“Ben kimseye bir şey öğretmiyorum, ruhlarda saklı olan gerçeği açığa çıkarıyorum.” diyen Sokrates gibi Prof. Tarhan da varoluşu, anlamlılığı, yaratılışı sorgulayan metakognisyon adlı zihin ötesi genler yardımıyla bilgiyi doğurtuyor. Hem entelektüel, hem enerjik, hem akademisyen hem aksiyoner, hem kelam hem kalem ehli olarak eski sorulara farklı bakış açılarıyla yeni cevaplar üretiyor.
Modern düşünce, insan aklını öne çıkarıp aşkınlaştırması ve hakikat bilgisinin kaynağı olarak insan aklını merkeze alması nedeniyle hümanist bir karakter arz eder. “ Evrenin otonomisi” hipoteziyle dünya dahil olmak üzere kâinatı koca bir makine olarak gören modern düşünce, everenin bilgisine, asıl mahiyetine gözlem ve deney yoluyla ( ampirist yaklaşımlarla ) ulaşılabileceğini varsayar.
Mekanik evren anlayışının açık bir sonucu olarak teolojik evren görüşü terk edilir. Seküler karakterli modern düşünce, ayrıca yeryüzüne müdahil Tanrı anlayışının yerine kendisini sebep sonuç ilişkisinde gösteren tabiat kanunları fikrini yani kuralların hâkimiyeti hipotezini ve ayrıca tesadüfî varoluş hipotezini yerleştirir. Sebeplerin kutsallaştırılıp tanrılaştırılmasıyla “Niçin” sorusu, yerini “Nasıl” sorusuna bırakır.
Tanrı’nın varlığına materyalist yaklaşımların temeli Yunan felsefesinde atılır. Günümüz materyalistlerin babası sayılan Demokritos, “ Madde, ezeli ve ebedi olan yok edilemez ve değişmez atomlardan oluşur.” teziyle maddenin bir başlangıcı olmadığını, sonsuzdan gelip sonsuza gideceğini iddia ederek materyalizmdeki “temel unsur maddedir” anlayışını yerleştirir. Atomculuk görüşü Demokritos’a dayanan Epikuros ise “ Tanrılar bulunsa da hiçbir doğa olayına karışmazlar.” tarzındaki bir yaklaşımla konuya ayrı bir boyut kazandırır.
Materyalist felsefenin en etkili ismi hiç şüphesiz Karl Marx’tır. Gerçekliğin tarihsel bir süreç olduğunu, bu evrimin de devamlı gelişmeyi içerdiğini söyleyen Hegel, düşüncesini “sürekli ilerlemeci bir tarih anlayışı” ile açıklar.
Marx’ın fikirlerinin oluşmasında Hegelci tarih anlayışının ciddi etkileri olur. Hegel’in, tarihi metafizik açıdan değerlendirmesine mukabil Marx, tarihe tamamen maddeci açıdan bakar ve kurduğu sisteme “ Tarihsel Materyalizm ve Diyalektik Materyalizm” adını verir. Marx’a göre din, baskı altındaki varlıkların iç çekişmesi ve fakir halkın afyonudur.
Evrim teorisiyle yeni bir kozmoloji ve yeni bir evren tasavvuru sunan Darwin ise büyük yankı uyandıran “Türlerin Kökeni” adlı eserinde “Canlılar, doğal süreç içerisinde genetik değişime uğrayarak gelmiştir.” teziyle inkârcılığa ayrı bir boyut kazandırır ve tabiata “bilimsel yaratıcılık” niteliğini verir. “Doğal seleksiyon” iddiasıyla Hitler gibi diktatörlere ilham kaynağı olan bu eser, dinlerdeki yaratılış ve yardımlaşma anlayışıyla paradoks oluşturur.
Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, tabiat olaylarının anlaşılmasını deney ve gözleme indirgeyerek “ Beş duyu ile idrak edilemeyen tabiatın ve olayların dışında, insanın kavrayabileceği bir gerçek yoktur.” teziyle materyalizmin temellerini sağlamlaştırır.
Darwin’den çok etkilendiğini söyleyen Freud, kutsal kitaplardaki “Tanrı insanı kendi suretinden yarattı.” öğretisini “İnsan Tanrı’yı kendi imajından yarattı.” şekline dönüştürerek inkârcılığa psikolojik temel kazandırır.
19.yüzyıl Batı felsefesinde benimsenen, metafizik iddiaları reddetmeyen ama insan aklının Tanrı ve evren hakkındaki mutlak gerçeği bilemeyeceğini ileri süren Agnostizm, kavram olarak ilk kez Huxley tarafından kullanılır. Agnostiklere göre evren, ilk başta bilmediğimiz bir nedenle var olmuştur, daha sonra kendi kendine çalışmasını sürdürmektedir. “Tanrı vardır ya da yoktur, bu bilinemez.” diyerek Tanrı’nın varlığını, meçhule terk ederler. David Hume ölüm döşeğindeyken; onu ziyarete gelen bir dostu: “Ölümden sonra yaşama inanıyor musunuz?” diye sorunca; “ Ateşe konan bir kömür parçası, bakarsın yanmaz.” cevabıyla felsefesini örneklendirir.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Akıldan Kalbe Yolculuk”ta Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerine kısa gezintiye çıkarak; Bedizüzzaman’ın perspektifinden ontolojiyi (varlık felsefesini) sorunsallaştırıyor. Bilimin bilhassa fiziğin geldiği noktayla modern düşüncedeki Tanrı’nın varlığına yönelik materyalist bakış açılarını sorgulayarak okuyucuyu, inkârdan imana doğru bir yolculuğa çıkarıyor.
Tarhan’a göre; bilim metodolojisinde önemli yer tutan ve dogmalardan sıyrılarak bilgiyi yeniden üretmeyi esas alan mantık, insanın algılamasını kolaylaştırarak bilinenden hareketle bilinmeyene, görünenden hareketle görünmeyene ulaştıran ideal akıl yürütmedir. İnkârcılara karşı “Zerre” bahsi, “Hüve” nüktesi ve “Tabiat Risalesi”yle mücadele veren Bediüzzaman, bugün bilimsel yöntem arayışlarında yer alan akıl yürütme yöntemlerini eserlerinde başarıyla kullanmıştır.
Klasik mantıktaki dedüksiyon (tümdengelim) ile kâinata bakar, oradaki mükemmel düzeni müşahede eder; bu nizamı kusursuz işleten bir Kemal sahibine işaret ederek o Kudret’i ispat eder. Sonra bir sivrisinekteki donanıma, atomun yapısındaki nötron, proton ve elektronlara dikkat çekerek kâinatla aralarındaki benzerliğe vurgu yapar. Bütün kâinatı ibda ve inşa eden sanatkârın, bir zerreyi de aynı sanat ve titizlikle ibda ve inşa ettiğini söyler.
Modern mantıktaki indüksiyon (tümevarım) metoduyla da esere bakarak müessire gider. Eser sahibinin ustalığına, ilmine işaret edip tefekküre sevk eder.
Rasyonalizm ve mekanik evren anlayışının bir sonucu olan “deizm” evrenle bağlantısı koparılmış bir tanrı anlayışına gönderme yapar. Buna göre evren, Tanrı tarafından matematiksel ve fiziksel yasallığın hüküm sürdüğü bir varlık alanı olarak yaratılmış olmakla birlikte Tanrı, yarattığı ve mekanizmanın hâkim olduğu bu evrene müdahale etmez. Deist yaklaşımları analoji yöntemi ile çürüten Bediüzzaman, “Ben Kur’anı tanırım. Peygamberlere ihtiyacım yok.” şeklindeki zihinsel (kognitif) çarpıtmalara da kıyas yöntemiyle cevabını verir.
Bediüzzaman, bilimsel objektiflikle yer alması gereken Tanrı hipotezinin ispatını “olamayana ergi metoduyla” haşrin ispatını da dedüksiyon ile yapar. Evrenin görünmeyen bir yaratıcısının gerekli yani vacibü’l-vücud olduğunu kiplik (modalite) mantığı ile tespit eder ve “Yaratıcının olmaması mümkün değildir.” sözleriyle kesin bir sonuca varır.
Bir çiçeğin tefekküründe bile kıyas metodunu kullanan Bediüzzaman, kâinattaki güzellikten yola çıkarak ebedi saadetin varlığını, bileşik kıyas metoduyla kanıtlar. Kâinatta bir şerikin imkânsız olduğunu hulfi kıyasla gösterir.
Tarhan, “Akıldan Kalbe Yolculuk” adlı eserinde din ile bilimin paradoks oluşturmadan birlikte hareket edebileceğini savunuyor. Prof. Tarhan’a göre; Bediüzzaman kanıta dayalı din metodunu en çok kullandığı “ Tabiat Risalesi”nde, akıl yürütme yöntemlerini etkin kullanarak din ile bilimin sentezini gerçekleştirmiştir. Böylece ruhun ölümsüzlüğüne ya da Tanrı’nın varlığına yönelik her türlü ispat girişimini reddeden ve “Dini inancın insan aklıyla kanıtlanabileceğini sanmak rasyonel bir saçmalıktır.” diyen David Hume tarafından koparılan inançla bilim arasındaki son bağ, Bediüzzaman tarafından yeniden tesis edilmiştir.
Kâinatı bir kitap gibi gören Bediüzzaman, varlığa mana-yı ismiyle değil değil de manayı harfiyle bakıldığında eserden müessire varılacağını ifade eder. Somut düşünen insanın elmanın içindeki çekirdeği, soyut düşünenin de çekirdeğin içindeki elmayı görebileceğini belirten Nevzat Tarhan, nasıl ki çekirdeğin içi açıldığı zaman DNA’lar ve onların içindeki elma ve elma ağaçlarının şifresi görülebilir, bunun gibi soyut düşünen bir kişi de evreni temaşa ettiğinde görünmeyen bir ustaya, aşkın bir zekâya ulaşır. Ve O’nun sanatı, ilmi, kudreti ve iradesi karşısında hayrete düşer. Tarhan’a göre Bediüzzaman’ın “mana-yı harfi” diye isimlendirilen subjektif paradigması, bilimi Allah’ı tefekkür etme yöntemi haline getirmiştir.
Bacon’a göre “ Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.” Tarhan ise “İnanç Psikolojisi” kitabında dinlerin bilimsel bir akılcılık içermesi gerektiğini yazar: “Din, kendi bilgilerinin sorgulanmasına karşı çıktığı takdirde bilime ters düşer.” “Sorgulanmaktan kaçan inanç sistemleri, hayatiyetlerini sürdüremezler.”(s.95)
Bediüzzaman’ın “küfrün bel kemiğini kırmak” ve tasarımsal varoluşu bilimsel bir zemine oturtmak için yazdığı “Zerre” ve “Hüve” bahislerinin daha somut anlaşılması için Prof. Tarhan, bugün bilimin ulaştığı düzeyi izah ederek bu bahislerin isabetliliğini ortaya koyuyor.
Tarhan’a göre; evrenin sırlarını anlamak kuantum fiziğiyle daha kolay hale geldi. Kuantum teorisi, atomik olaylardaki enerjiyi açıklamaya yarayan bir fizik teorisidir. Kuantum mekaniğine göre atomlar, elektron, foton, psikon gibi parçacıklardan oluşan akıcı birer enerjidirler. Elektrik bir elektron akımı; ışık bir foton akımı; ruh ise hızlı bir şekilde seyreden psikon akımıdır.
Zerrelerin hareketini, kâinat kitabındaki ayetleri yazarken Allah’ın kudret kaleminin titreşimi olarak açıklayan Bediüzzaman, “zerre”nin içinde yer alan “esir” diye bir maddeden bahseder. “Esir” dediği madde, atomun içindeki çekirdektir. Prof. Tarhan eserinde; maddenin en küçük parçası kabul edilen atomun içerisinde çekirdek bulunduğunda materyalistlerin dehşete düştüğünü ve bunu “korkunç gerçek” olarak telakki ettiklerini yazar. Çünkü atomdan daha küçük şey yoktu ve bu bilgiye ulaşılınca yeni bir dünya keşfedilmiş gibi oldu.
Nevzat Tarhan, “Akıldan Kalbe Yolculuk”ta kanıta dayalı dini anlatırken kuantum fiziğinin mümkün kıldığı nanoteknolojiden ve CERN deneylerinden yararlanır ve şu tespitlerine yer verir:
“Nanoteknoloji, maddeyi atomaltı seviyede kontrol etme bilimidir. ‘Nano’ sözcüğü Yunanca’dan alınmıştır ve ‘cüce’ anlamına gelir. Bir nanometre (nm), metrenin milyarda biri, bir milimetrenin de milyonda biri kadar bir uzunluktur ve bir insanın saç telinin on binde biri kadar bir kalınlığa tekabül eder. Bu uzunluk terimi, atom ve moleküllerin içindeki en küçük mesafeleri tanımlamak için kullanılır.” (s. 79) “Richard Feynman adlı fizikçi: “Aşağıda daha çok yer var.” diyerek görünen maddenin dışında daha çok yerin olduğunu, her şeyin madde olmadığını söyleyerek inkârcılara dehşet saçar.
2008 yılının Eylül ayında İsviçre CERN ( Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi)de yapılan deneye kadar klasik fizikçiler, hiçbir şeyin sesten daha hızlı gidemeyeceğini iddia ederken “Bİng Bang” teorisinin kurucusu Stephen Hawking ve onun gibi düşünen fizikçiler de ışığın her şeyden hızlı gideceğini savunuyordu. CERN’de yapılan Büyük Hadron* Çarpıştırıcısı deneyinde atom altı parçacığı denilen kayıp halka bulunmaya çalışılırken nükleer enerji gibi güçlü bir enerji kaynağı elde edilmek istenmekteydi.
Yerin derinliklerinde, özel helyum soğutuculu manyetik alanda kurşun iyonları vasıtasıyla fotonlar, ışık hızına yakın bir hızla çarpıştırılarak her biri ayrı bir enerji bandı oluşturan atom altı parçacıklara ulaşıldı. Deney esnasında çok ilginç bir olay gerçekleşti. Fizikçileri hayrete düşüren bu olay, fotonlar arasındaki telepatiydi.
CERN’de hareket ettirilen fotonlar, on kilometre uzaklıktaki merkezde ve Chicago’da, deney yapılmadığı halde, oradaki fotonları harekete geçirmişti. İşaretlenmiş fotonlar, aynı zamanda aynı davranışı zamandan bağımsız olarak yapmış; biri hangi yöne hareket ettiyse diğeri de onun yönüne yönelmişti. Aynı manyetik alanda olan parçacıklar, binlerce kilometre ötede de olsa eş duyumlu davranıp aynı ritme uyarak gücü artırmışlardı. Bu deney “Hiçbir sinyal, ışık hızından daha hızlı gidemez.” tezini altüst eder ve şu sonuca imza atar: “Bilgi, ışıktan daha hızlı gidiyor.”
Tarhan’a göre; CERN deneyleri, düşünce gücünü ön plana çıkarmış ve nedensellik ilkesini de altüst etmiştir. Böylece bu deneyler, elektrik düğmesine basılmadan düşünce gücüyle ışığın yakılabileceğinin ihtimal dâhilinde olduğunu göstermiştir. Prof. Tarhan şu sözleriyle akıllara noktayı koyuyor : “Öyleyse, Yaratıcının da ‘Ol’ dediği zaman her şeyin olması, kuantum dinamiğine göre mümkündür.”
Einstein atom için “Tanrı’nın imzası” der. Günümüzün meşhur fizikçilerinden Stephen Hawking, atomaltı parçacıklar üzerinden kâinatın bütün sırlarını anlatacak bir formül elde edebileceğini düşünüyordu. Hâlbuki bölünemez, parçalanamaz sanılan atom parçalandıkça daha karışık yapıdaki atomaltı parçacıklara ulaşılıyor; kuralların, yasaların gittikçe zorlaştığı, karmaşık hale geldiği görülüyordu.
Bilim üzerinden tevhidi göstermeyi hedefleyen Bediüzzaman, her biri “memur-u ilahi” dediği atomların hareketinden bahseder: “ Her bir zerre, Allah’ın ilmi ve iradesi dâhilinde hareket ederek tevhid nuruna ayine darlık yapar.”
20. yüzyılın başlarında iken Max Planck ve beraberinde Albert Einstein tarafından yapılan fotoelektrik etki deneyleri ve Schröndinger’in dalga teorisi deneyi, maddenin dalga özelliğinin olduğunu ortaya çıkararak fizikte devrim yaptı. Bu kabul ile birlikte 19. yüzyılın başlarında ışığın dalga olduğu düşüncesi değiştirilerek 20. yüzyılın ilk çeyreğinde parçacık özellikleri de taşıyan bir fenomen olduğu kabul görmeye başladı. “Zerre” bahsini sıra dışı bulan Prof. Tarhan, kuantum dinamiğinin ve nanoteknolojinin geldiği noktanın “Zerre” bahsiyle örtüştüğünü söylüyor. Tarhan: “Son fizik bilgilerine göre, evren dalga ve parçacıktan ibarettir. Dalga varsa enerji var, parçacık varsa konum ve hız vardır. Bu da zerrelerin hareketi demektir.” şeklinde bir tespit yapıyor.
Madde olmayan zihinsel birimler, holografik birimler olarak tanımlanır. “Holografik evrende bir cismin frekans kodlarından oluşan üç boyutlu görüntüsü vardır ve bu görüntü, lazerle bakıldığında görülebilir. Hologram içerisinde bilgi, salınım, titreşim ve frekans olarak kaydedilir.” (S.113)
Prof. Tarhan, “Bilgi ışıktan daha hızlı gider.” tezinden yola çıkarak evrende ışıktan daha hızlı bir gerçekliğin olduğunu söylüyor ve ışıktan daha hızlı giden parçacıkların, belki de ışınsal varlıklar olan melekler ve cinlerin varlığını göstermeye yarayacağını ileri sürüyor. İnsan gözü dar bir spekturumu algıladığı için ışınsal varlıkların dalga boyutlarını göremez. Kuantum dinamiğine göre, evrende her şey aynı anda hem var, hem yoktur. Subjektif gözlemci olarak bakıldığında var, bakılmadığında yoktur. Yani “İlim maluma tabidir.” Bu, ancak nanosistem algılamayla mümkündür.
Bediüzzaman, “ Zerre” bahsinde İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin’den bahseder. İmam-ı Mübin gayb âlemini, Kitab- Mübin ise müşahede edilen âlemi işaret eder. Prof. Tarhan eserinde, görünen âlemle görünmeyen âlemin bağlantılarının kuantum dinamiği ile kurulabileceğini yazar. Fiziğin test edemediği deneyüstü gerçeklik olan gayb âleminin bilgileri, dalga fonksiyonu olarak yazılmıştır. Tarhan: “Evrende bilginin ışıktan daha hızlı enerji olduğunun ortaya çıkması, görünmeyen âlemin bilgi olduğunu gösterir. Bu da kâinatta “Âlim isminin tecellisidir.” şeklinde bir tespitte bulunur.
Tarhan’a göre; kuantum fiziği, materyalizmdeki “madde esastır.” tezini çürütmüştür. Kuantum dinamiğinde, evrenin bir yazılım olduğu, maddenin de dijital formata çevrilebilineceği ileri sürülür. Maddenin dijital formata çevrilebilmesi, maddenin esas olmadığını, dijital formata çevrilen mananın asıl olduğunu gösterir. İnciri önemli hale getiren, çekirdeğinde yazılı olan bilgilerdir.
Bediüzzaman’a göre: Bu âlemde tecelli eden hakikatlerin manaları gayb âlemine zerreler vasıtasıyla gönderiliyor. Yani mana, atomaltı parçacıklar yoluyla ahirete transfer ediliyor. Ruh da bir mana olarak berzah âlemine taşınır. “Kuantum kriptosuna göre şifrelenmiş ruh, bilgi dosyası olarak durur. Şifrelenmiş o bilgiye madde elbisesi giydirilir. Biyolojinin yaratılış dili DNA’dır. DNA’daki şifreler, biyolojimizi üretir, ruhumuzdaki “kuantum saklı yazısı” da yaratılış dilini ve insanı oluşturur.”(S.93
Tarhan’a göre; 1950’lerden sonra DNA’nın bulunması, varoluş kavramlarını mercek altına almıştır. DNA’yı insan yapan içinde bulunan azot, protein ve aminoasitler değil, orada yazılı olan anlamdır ve DNA insanın kader programını göstermektedir.
Yetmiş metre yüksekliğe uzanacak kadar ansiklopedik bilgi içeren DNA’nın yapısı, tesadüfî varoluş hipotezini yerle bir edecek olağanüstülüktedir. DNA’nın tek bir protein molekülü olan “Tolemer” DNA’nın ömrünü yani kaç defa bölünebileceğini belirler. Olasılık hesaplarına göre Tolemer’in kendi kendine dizilme olasılığı 10^652’dir. Bu rakam da tesadüfî var oluşun imkânsız olduğunu göstermektedir.
Prof. Tarhan “İnanç Psikolojisi” kitabında; insanoğlunun “tesadüfî varoluş” mu yoksa “kozmik bir bilinç” ürünü mü olduğunu sorgularken Richard Dawkins’in 21 Temmuz 2008 tarihinde bir televizyon kanalına verdiği röportajına yer verir. Dawkins: “Ben şahsen köpek ya da insan gibi kompleks bir canlıyı salt tesadüfün ortaya çıkarabileceğini düşünmüyorum. En akılsız kişi bile böyle bir tesadüf teorisinin işlemeyeceğini bilir. Eğer yaratılış rasgele olsaydı, o zaman gördüğümüz fevkalade karmaşık ve mükemmel formların oluşması mümkün olmazdı. Evrimin kendisinin rasgele bir süreç olduğu fikri, son derece gülünçtür. Yaratılış, söz konusu donanımların tesadüflerle bir araya gelmiş olmayacağını göstermektedir ve elbette mantıklı bir bilim adamı bunun aksini söylememiştir.”(S:78)
Prof. Tarhan “İnanç Psikolojisi”nde; çalışma arkadaşı ile birlikte DNA’nın şifresini çözme çalışmaları yaparak tarihe geçen otuz yıllık ateist Dr. Collins’in intibalarına da yer verir. “Tanrı’nın Dili” kitabıyla ilgili İngiliz The Times Gazetesi’ne verdiği röportajda, elli altı yaşındaki Dr. Collins şöyle der: “Artık mucizelere ve meleklere inanıyorum.
Laboratuarda çalışırken Tanrı’yı hissettim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben ona inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni Tanrı’ya yaklaştırdı.” (s.63)
Amerikalı davranış genetikçisi Dean Hamer, ruhaniler üzerinde yaptığı yoğun araştırmalar neticesinde, insanı Yaratıcıyı aramaya yönlendiren bir gen tespit etti. Belki de “Tanrı’yı Arama Geni” diye lanse edilen bu gen vasıtasıyla CERN deneylerinde “ Kayıp x parçacığı” bulunmaya çalışılmaktadır. Kayıp halkaya ulaşıldığında yaratılış sırrının çözüleceği düşünülmektedir. Belki de “kayıp x halkacığı” materyalistlerin kâbusu olacaktır.
Leyla YIldız
RİSALE HABER
Okunma : 7411