Günümüzde bir yanda YÖK tartışmaları sürerken, diğer tarafta vakıf üniversitelerinin geleceği tartışılıyor. Bu tartışmada üniversitelerin uzmanlaşmasını ifade eden tematik üniversite kavramı da ayrı bir vizyon sunuyor. Üsküdar Üniversitesi de sağlık alanına odaklanan vakıf üniversitelerinden birisi… Rektör Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile Üsküdar Üniversitesi’nin vizyonunu ve gündemdeki yeni YÖK yasası tartışmalarını ele aldık.
Yeni YÖK yasa tasarısı beklentileri karşılayacak mı?
Aslında yeni YÖK yasasını konuşurken, İhsan Doğramacı’nın ne büyük adam olduğunu görmüş olduk. O bir YÖK Yasası yaptı; sonra daha iyisini yapamadı Türkiye. Çok eleştirilen bir yasaydı aslında. Daha önceki yüksek eğitimdeki birçok yanlışı düzeltmişti o yasa. Kendi içerisinde artıları eksikleri vardı. Bazı düzenlemeler yapıldı. Fakat YÖK Yasasının ilk halinin daha sağlıklı olduğu gözüküyor. Sonraki değişikliklerin; özellikle üniversitelerde rektörün öğretim üyeleri tarafından seçilmesinin üniversiteleri körelttiği görülmeye başladı. Herkesin “Bu benim yasam” diyebileceği bir yasa yapılamadı. Ama herkesi aynı yasa etrafında birleştirmek de mümkün değil. Yüzde 70-80’in kabul ettiği, asgari standartları oluşturan bir yasayı oluşturmak gerekir. Mevcut YÖK yasası dar geliyor Türkiye’ye. Anayasayı değiştirmeden YÖK Yasasını değiştirmek çok işlevsel olmaz. Şu anda Üniversitelerarası Kurul gibi garip bir yapı var. 300-400 rektör ve rektör yardımcısı bir araya geliyor, bir gün içerisinde birçok kararlar vermek durumunda kalıyorlar. Sağlıklı bir karar verilmiyor. Yapılan oylamaların çoğu anlaşılmadan yapılıyor. Bugünkü büyümeye uygun bir sistem değil şu andaki sistem.
Burada nasıl bir model olmalı sizce?
Burada dünyadaki bütün örnekleri alıp kendimize özel kıyafet oluşturmamız gerekiyor. Bunun için anayasa hukukçularıyla birlikte YÖK’te idari görevi olan kişiler ve üniversite rektörleri de dahil olup, birlikte karar verecekler. Üniversite rektörlerinin hazırladıkları yasada bütün yetkiler rektörde olsun istiyorlar. Mütevelli heyetleri bütün yetki kendilerinde olsun istiyor; devleti yönetenler bütün yetki kendilerinde olsun istiyor. Herkes kontrolü kendinde istiyor. Üniversitelerin özerk olması gerekiyor. Mütevelli heyetinin seçeceği, öğretim üyelerinin seçeceği, Meclisin seçeceği üyelerden bir bağımsız kurul oluşacak. O bağımsız kurul belli bir süre çalışıp sadece yargıya hesap verecek. Böyle bir kurul bütün dünyada olduğu gibi bağımsız ve tarafsız olacak. Sadece yasalara karşı kendisini sorumlu hissedecek, şahıslara karşı sorumlu hissetmeyecek. Şuanda YÖK’te rektörler yasalara, kurallara karşı değil de şahıslara karşı sorumlu hissediyorlar. Demokrasinin temel unsurları olan gücün şahıslarda toplanması değil, kanunlarda, kurallarda toplanması esasına aykırı bu. Bu nedenle medeni olan toplumları medeni olmayan toplumlardan ayıran en önemli şey, gücün şahıslarda olması değil, kurallarda olmasıdır. YÖK’te şu anda şahıs kararları kanunlardan daha önemli.. Yani kişiye bağımlı olan bir sistem var şuanda.
Bütün kesimler tarafından kabul gören kalıcı bir YÖK modeli herkesin beklentisiyken, sizce bu neden gerçekleştirilemiyor?
Şimdi burada toplumsal talep de var. Siyasi güç Meclis’te çoğunluk oluşturamadı. Bizim toplumumuzun çeşitli dinamikleri var. Sosyolojik, psikolojik, politik dinamikleri güç oluşturamadı. Ama burada canı yanan insanların sesini çıkarmasıyla zorunlu değişiklikler ortaya çıkacak. Bu nedenle burada demokratik sabır gerekiyor. Eğer demokratik hakları arama konusunda toplum bilinçlenir, hak arama konusunda demokratik kültür yaygınlaşırsa bu değişiklikler şimdi olmasa bile er ya da geç olacaktır. Şu anda YÖK yasası çok iyi diyenler bir elin parmağını geçmez. Bu yasayı değiştirip, ideale yakın bir yasa çıkartmak gerekir.
Peki, anayasa değişikliği yapmadan da yükseköğretim sistemimizde değişiklik yapılamaz mı?
Burada bilimsel verilerden hareket etmek gerekiyor. Şuanda bilimsel veriler yetenek ve beceri odaklı eğitim sistemini işaret ediyor. Taklit tekrar tarzı öğrenim çocuğun okul öncesi dönemde öğreneceği yöntemdir. İlkokul ve daha sonrasında beceri ve yetenek odaklıdır. Bütün dünyada yaratıcı düşünceler böyle çıkmıştır, üretken düşünceler böyle çıkmıştır. Bu bizim eğitim sistemimizde yok maalesef. Mesela Nobel’e aday çıkmıyor bizde. Neden bizde yeteneklere fırsat verilmiyor. Eğitim sistemimizin taklit tekrara dayalı olmasıyla ilgili. Üniversiteler bunu yasalardan bağımsız olarak aşabilirler. Gelişmiş ülkelerde 3. Nesil üniversiteler gündemde. Eskiden üniversitelerde yükseköğrenim olarak eğitim verilirdi. Bunun ikinci ayağında araştırma projesi üretmek var. Bu da şimdi bir üniversite için yeterli değil. Bir üçüncü ayak toplumu bilgilendirme. Mesela son 10 yılda batıdaki üniversiteler toplumdan kopuk değil. Toplumla birlikte sosyal projeleri olan üniversiteler… Şimdi yeni 3.nesil üniversitelerde üniversite-sanayi işbirliği var. Yani üniversitelerin ticarileşmesi, bilginin sanayileşmesi… YÖK bunu teşvik ediyor. TÜBİTAK önemli bir fon ayırdı. Bu nedenlerle, 3. Nesil üniversiteler yaygınlaşırsa bu üniversitelerin ürettiği projeler bilim dünyasında ses getirmeye başlayacak. Bugünkü yasalar buna engel değil. Yani üniversitede iyi yönetim varsa, bu vizyonu taşıyorsa ve rektörler gelecek kaygısı taşımıyorsa bunu başarmak mümkün. Eğer ki, rektör gelecek kaygısı taşıyorsa veya başka şahsi ikbal peşindeyse bunu engelleyebilir. Bu şekilde dünyadaki gelişimi kaçırabilir. Bu nedenle bürokratik tutuculuk üniversiteyi engelliyor. Yani üniversiteler özgür düşüncenin yer aldığı yerler olmalı.
Vakıf üniversitelerinde bu bürokratik tutuculuk ne kadar hakim?
Vakıf üniversitelerinde mütevelli heyetinin kişiliği ön plana çıkıyor. Mütevelli heyeti burada projeye açık değilse, araştırmaya açık değilse veya bilginin sanayileşmesine açık değilse, bu yolu kapatır. Çünkü böyle bir durumda güçlü karar vericilerin güçlü desteği gerekiyor. Vizyonu gerekiyor.
Yönetimsel anlamda da üniversitelerin değişim ve dönüşüme ihtiyacı yok mu?
Zihinsel değişim olmadan toplumsal dönüşüm olmuyor; toplumsal değişim olmadan da siyasi değişim olmuyor. Onun için zihinsel dönüşümün üzerinde durmak gerekiyor. Mütevelli heyetinin zenginleşmesi gibi veya üniversiteyi kuranın şahsi kazançlar elde ederek, başka alanlara yatırım yapması gibi bir durum olursa bu üniversiteye zarar verir ve ana hedeften sapma olur. Yani bir üniversitede ticarileşme olacaksa o üniversitenin konseptine uygun olmalı. Kazanımlar üniversiteye geri dönmeli. Üniversitelerde Ar-Ge laboratuvarları kurulmalı. Yeni alanların açılması yönünde çalışmalar olmalı. Bu tarzda olursa bu üniversitenin ticarileşmesinden değil, büyümesinden söz edilir. Ve bu üniversite için ideal sistem olur. Bunun için de oradaki karar verici, yönetici ve yahut yatırım sahiplerinin bu bilinçte olması gerekiyor. Bir kimse “Karlı bir iş, ben üniversite açayım da buradan kazandığım parayla mermer ocağı açayım, arsa ofisi açayım” diye düşünürse bu üniversiteye saygısızlık olur. Bu üniversite için de aynı, sağlık alanında da aynı… Kazanımlar aynı alanda yatırıma dönüşürse etik olur. Türkiye’de özel üniversite kurmak isteyenlerin ticari yaklaşımlarını uygulamada görüyoruz. Yani onlara bakıyorsunuz, doğru bir kütüphane kurmuyor; doğru dürüst Ar-Ge laboratuvarı kurmuyor; bilim üreten adamlara sahip çıkmıyor. Bu tarz kişilerle üniversite kurmak doğru değil. Aslında eğitim ve sağlık devletin sorumluluğunda. Mesela Osmanlı döneminde vakıfların toplam bütçesi Osmanlı hazinesinden daha fazla olmuş. İşte o vakıflar eğitimi vermiş; hayvanları korumuş; sosyal sorumlulukları karşılamış. Yani toplumsal barış o vakıflarla devam etmiş. Bana göre özel üniversite kurma düşüncesi üniversite konseptine aykırı. Yani bu anayasa değişikliği ile bile kurulsa, üniversitelerin ticarileşmesi demektir. Üniversite özelleşmemeli, sanayileşmeli. Üniversite üzerinden kişisel zenginleşme çabası olanlara YÖK engel olmalı. Devletin buradaki vazifesi düzenleyici, denetleyici olmalıdır.
Tüm bu tartışmalarla birlikte üniversitelerin eğitim kalitesi de tartışılıyor…
Üniversitelerin fonksiyonlarından biri de nitelikli meslek elemanı yetiştirmektir. Fakat üniversitelerin asli görevi bu değil. Bilimsel alanda iyi insan yetiştirmek ve bunun mesleğe uygun olmasını göz önünde tutmak önemli. Toplumda karşılığı olmayan birçok alan var. Mesela şuanda temel bilimle ilgili bölümler öğretmenlik bölümleri dışında boş. Üniversitelerde meslek edinme anlayışı gelişmemiş bir anlayış. Bakıyorsunuz Doğu Bloku ülkelerinde mesela Rusya’da insanların yüze 70-80’i üniversite mezunu. Gelişmiş ülkelerde de aynı. Bizde neden böyle değil, sorgulamak gerekir. İki sene önce ilk defa lise mezunlarıyla üniversiteleri öğrenci kontenjanı eşit oldu. Daha önce böyle değildi ve okumak isteyenler yurtdışına gidiyordu. Devlet okumak isteyenlerin önünü açmıyordu. Rekabetin önünü açmak gerekiyor yükseköğretim sisteminde. Kaliteyi böyle yükseltebiliriz. Daha iyi öğrenci alma, daha iyi eğitim verme, fiziksel altyapının iyi olması, mali altyapının iyi olması, gelecek projeksiyonu olan bir üniversite olması önemli. Bunları sağlayabilen iyi üniversite olabilir. Biz Üsküdar Üniversitesi’nde sadece akademik başarı değil, hayat başarısı diyoruz. Bize gelen öğrenciler kendini tanıma, empati, sorun çözme stili, öfke yönetimi, uzlaşmacılık gibi psiko-sosyal becerileri öğrenerek mezun oluyor aynı zamanda. Etik standartlarının olduğu; hayatı iyi tanıyan, iyi insan olmayı hedef seçen üniversite olma hayalimiz var. Öğrencilerin insani değerleri de öğrendiği, pekiştirdiği, hayata geçirdiği bir alan olmasını istiyoruz üniversitelerin.
Yetişmiş insan kaynağı bakımından üniversitelerin fonksiyonu ne olmalı sizce?
Burada hükümet mantıksal çerçeve çizecek. Mesela, “Beş sene şu alanlarda ihtiyaç olacak” gibi ve bununla ilgili mesleklerle ilgili teşvik oluşturacak. Ama bunu yaparken de arz-talep dengesini dikkate alacak. Devletin planlamada öngörü eksikliği söz konusu.. Ergoterapi diye yeni açılan bir alan var. Bir de tıbbi sosyal hizmet uzmanı bulamıyoruz hastanede. Yani insanlar tedavi olduktan sonra evde de tedavileri devam etmeli. Bunlar toplumun refahı için yapılıyor. Engelli, yürüyemeyen, hasta insanlar var ve biz bunları eve hapsetmişiz. Ama gelişmiş ülkelerde deniyor ki biz bunları engelleriyle birlikte topluma katalım. Yani bu insanların elinden tutmak, sahip çıkmak, toplumda sadakat ve aidiyet duygusunu kazandırıyor. Devlet bunu yapmazsa kendi kendisine zarar vermiş olur. Önlisans, lisans ve yüksek lisans seviyesinde iş sağlığı ve güvenliği bölümlerini açtık. İş kazalarını gidermek için siyaset olumlu adımlar attı. Fakat bu çok geç kalınmış bir şey. Bunun 10 sene önce olması gerekiyordu. İşte Soma’da iş sağlığı ve güvenliği iyi değil. Çünkü yeni başlanmış bir şey. Oraya gidip de risk analizi yapacak, rapor yazacak eleman yok. Öyle olunca da iş kazası olur. Mesela biz öğrencilerimize üniversite binamızın, hastanenizin, kazan dairemizin risk analizini ödev olarak yaptırıyoruz.
Üniversitenizin, 2023 vizyonunda uluslararası alanda ilk 500 arasına girme hedefleri var mı? Bu yönde ne gibi hazırlık içerisindesiniz?
Bununla ilgili hazırlıklarımız devam ediyor. Nasıl ki iyi futbol iyi futbolcularla oynanıyorsa, iyi üniversite de iyi bilim adamlarıyla ortaya çıkar. Onun için kendini bilime adamış bilim adamlarına ihtiyaç var. Bilimsel üretimde 7/24 emek gerekiyor. Laboratuvara girdiğinde cennete girmiş gibi hissetmezse bir insan bilim üretemez. Üniversitede proje heyecanı olacak, bilim heyecanı olacak. Bu heyecan olmadan olmaz. Mesela; biz Deney Hayvanları Laboratuvarı kurduk. Nöropsikofarmakoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi kurduk. Bu araştırma merkezinde ilaç geliştirmeyle ilgili çalışmalar yapılıyor. Mesela ABD Başkanı Obama bir açıklama yaptı: “Gelecek beyin bilimlerindedir. Beyin görüntüleme tekniklerini kullanarak beynin sırlarını keşfettikçe geleceğin tedavilerini bulacağız. Alzheimer, şizofreni, otizm, parkinson gibi hastalıkların tedavisini bulacağız. Daha önce genetiğe yaptığımız yatırım Amerika’ya inovasyon olarak geri döndü. Nöroteknolojiye yapacağımız yatırım da inovasyon olarak Amerika’ya geri dönecek. Onun için bunu siyasi olarak destekliyoruz.” Biz de bu hedeflere dönük çalışmalar yapacağız.
Üniversitelerin karma eğitimden artık ihtisaslaşması gerektiği görüşleri var. Bu fikre ne kadar katılıyorsunuz?
Bu fikre katılmanın ötesinde bu fikrin içindeyiz. Tematik üniversite kavramı yani konsept üniversite… Davranış bilimleri ve sağlık bir temadır mesela. Bunun gibi bu tema üzerinden giderek derinleşmek gerekiyor. Yüksek lisans için “Bir tarlada 1-2 metre kazı yapmak gibidir.”,doktora tezleri için de “Tarlada artezyen açmak gibidir.” denir. Yani belli bir konuya zihinsel odaklanmak demektir. Bilginin çok yaygınlaştığı, bilgiye kolay ulaşıldığı noktada artık yeni bilgi üretmek çok daha zorlaştı. Yeni bilgi üreten, belli bir konuda çok yoğunlaşan üniversiteler oluyor. Mesela Yale Üniversitesi felsefecilerle nörobilimcileri bir araya getirmiş. Biz mesela geçen sene nöropsikoloji sempozyumu yaptık. Nöropazarlama yüksek lisans bölümü açtık. Bu YÖK’te tartışıldı. Bu nörogörüntülemenin pazarlamaya yaptığı bir katkıdır. Bu yeni bir alan… Biz bunu yapıyoruz ama buna karşılık siyasi irade, Türkiye bilim politikaları bunu desteklerse uçuşa geçeriz. Yoksa hayal sınırlarında kalırız. Biz vizyon olarak Nobel ödülüne adaylar çıkarabilmeyi hedefliyoruz. Ve Türkiye’de sanayi değeri olan bir ürün ortaya çıkartmak istiyoruz. Bunun için nöroteknoloji alanında bir ürünümüz olsun, dünyada referans alınacak, kullanılacak bir ürünümüz olsun istiyoruz.
Üsküdar Üniversitesi adına son olarak nasıl bir mesaj vermek istersiniz?
Biz üniversite olarak özgür bilim ortamı sağlıyoruz. Üniversitemizin 4 çizgisi var. Onun da 4 temel ilkesi var. Birinci ilkesi eleştirilebilirlik, ikinci ilkesi özgürlükçülük, üçüncü ilkesi çoğulculuk, dördüncü ilkesi katılımcılık… Bu dört ilkeyi hedef seçtik. Öğrencilerimizin iyi bir meslek sahibi olmasıyla birlikte, iyi bir insan olması için de çalışıyoruz. Üniversite olarak her bölümde en iyi olmayı hedefliyoruz. Bize kendini geliştirmek isteyen öğrenciler gelsin istiyoruz.
BusinessNews/Haziran
Okunma : 5367