İçinde yaşadığımız zaman diliminde değerlerimizin yıprandığını ya da kaybolduğunu konuşuyoruz, Bunlardan bir tanesi akraba ilişkilerimiz, sıla-i rahim, Toplum olarak sıla-i rahim konusunda neredeyiz? Korkulacak bir eşikte miyiz? Yoksa bu eşiği geçtik mi?
Konuyu sıla-i rahimin psikolojideki karşılığı olan sosyal bağ üzerinden açabiliriz yani insanlar neden birbirlerine bağlanma ihtiyacı hissediyor. Bağlanmanı psikolojisi nedir? Mesela bağlanmayla ilgili yakın ilişkiler ve yaşantı ölçeği diye bir ölçek var. Kişi nasıl ağlanıyor? Güvenli bağlanma mı? Kaygılı bağlanma mı? Agresif bağlanma mı? Bir kimse, karşısındakinin hem dayak yiyor, hem de bağlanıyor, bu bir agresif bağlanmadır. Bir de dezorganize bağlanma var, mesela kişiler devamlı kavga ediyorlar ama birbirlerine bağlılar. Kaygılı bağlanma vardır; Kişiler bir araya geliyor, kaygıları yüksek, birbirlerini rahatlatamıyorlar, hep gerilim içindeler ama yine birlikte yaşıyorlar, bu genelde aile içindeki bağlanmalarda görülür. Kaçıngan bağlanma türü vardır; kişi birisine aşk derecesinde bağlı ama onun yanma geldiğinde uzaklaşıyor, sebebi ise terk edilme korkusudur. Dezorganize bağlanmada kişi bir gün söylediğini ertesi günü başka söylüyor, devamlı güven vermeyen bir ilişki var. Bütün bu bağlanmaların dışında güvenli bağlanma nasıl olur? Bir kişi başkasının yanımdayken kendini huzurlu ve güvende hissederse burada güvenli bağ oluşur.
Ehl-i Kitab ve tabii İslâm’da nasıl bir bağlanma söz konusu?
Ehl-i kitab da Allah’a bağlanmayı ön plana çıkarır. İslam, bağlanmada tevhid modelini, ortaya koyar. Bağlanma, aracısız ve tek tanrıya bağlanmadır. Mesela Satanizmde şeytana bağlanma vardır, şeytanı memnun etmeyi ideal olarak seçiyorlar. İslam dini ise Allah’ı memnun etmeyi ideal olarak seçer. Tüm bunlar birer bağlanma modelidir.
Ama İkinci Dünya Savaşından sonra bu bağlanma türü değişti. Pagan kültürde olduğu gibi faşizmin babası olarak bilinen Alman filozof Nietzsche, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli kitabında lideri kutsallaştırmayı ön plana çıkardı. Yani sürü psikolojisini, bir topluluğa bağlanmayı yüceltti. Bunun sonucunda da birinci ve ikinci dünya savaşları çıktı. Bu hareketten sonra modernizm yeni bir şekil kazandı. Marks, şiddet yeni toplumu ebedi yapacak diyerek şiddeti yüceltiyordu. Eski bağlanma modelleri hep değişti. II. Dünya savaşından sonra hep bu sürü psikolojisinin insanlara zarar verdiği görüldü, demokrasi keşfedildi, bireysellik ön plana çıkarıldı. Burada Sosyal Darwinizm’in çok büyük etkisi vardır. Sosyal Darwinizm bağlanmayı ve sıla-i rahimi en çok bozan doktrin haline gelmiştir.
Nasıl? Biraz açar mısınız?
Sosyal Darwinizm, Darwin in biyolojide geliştirdiği kuramın sosyal psikolojideki karşılığıdır. Darwin, tesadüfi varoluş vardır, varlıkların yaşam mücadelesi vardır, güçlü olan ayakta kalır, diyordu. Bunun için Darwine göre kayırılmış bazı ırklar vardır, insan kayırılmış ırktır. Hitler ve ona inananlar bu görüşü aldı ve “Alman ırkı kayırılmış ırktır, biz üstün ırkız, dünyaya hâkim olmak bizim hakkımız” diyerek bunu bir doktrin haline getirdiler. Bu ise aileye şöyle yansıdı: Toplum sosyolojisinin kurucusu Dürkheim, toplumu tanrı olarak kabul etti, tanrıya ihtiyacımız yok, dedi ve toplumu kutsallaştırdı. Darwin doğayı, Dürkheim toplumu, Hitler de lideri kutsallaştırdı. Hitler, kendini yeryüzü tanrısı gibi sundu ve bu şekilde zorla itaat ettirerek sürü psikolojisi oluşturdu. Sosyoloji bu anlayışın bir yansıması olarak “toplum çıkarın peşinde koşan varlıklardan oluşur” dedi. Darwin, doğada vahşi hayvanları gözlemledi. Vahşi hayvanlarda da geniş aile değil küçük aile vardır. Öyleyse “doğa çekirdek ailelerden oluşmuş bir dengedir” dedi. İnsan da çekirdek ailelerden oluşan bir topluluktur, geniş aileye, akrabaya lüzum yoktur, dedi Bundan sonra Batı’da çekirdek aile modeli ortaya çıktı.
Modernizm ile birlikte Doğu kültürünü benimsemiş Türkiye gibi ülkelerde çekirdek aile kültürüne bir geçiş başladı. Bizde de şu an çekirdek aile var. Fakat enteresandır, biz kendi arabesk çözümümüzü bulduk. Türkiye’yi inceleyen bir batılı sizde tam bir çekirdek aile de, geniş aile de yok. Ama bir apartmanda tüm akrabalar, amca, dayı, teyze oturuyor ve akrabalık bağları devam ediyor. Dolayısıyla siz çekirdek aileler konfederasyonu olmuşsunuz, diyor. Çekirdek aileyi benimserken bir taraftan da aileden kopmamayı başaran bir formül üretip geliştirmişiz. Kendi modernizmimizi ailede oluşturmuşuz aslında. Bu kötü bir şey değil, bunu yıkmamak lazım, aynı apartmanda da otursa bir aile bağları var. Aynı evde değiller ama aynı apartmanda ya da aynı semtteler. İstanbul’da her semtte farklı şehir ve ilçelerin mahalleleri oluştu, bunlar aslında bağların devam ettirilmesidir. Bunun faydasını Marmara depreminde çok gördük. Japonlar kendileri çok deprem geçirdiği için Marmara depreminde Türkiye’yi gelip inceliyorlar, depremden sonra kendi ülkelerinde insanlar yalnızlıktan ve açlıktan ölüyorlar, ama Marmara depreminde hiç açlıktan ve yalnızlıktan ölen yok. İşte bu bağdan dolayı dayanışmanın olduğunu gözlemliyorlar. Ekonomik kriz bizde çok büyük yaşanmıyor. Aileden birisi bir krize girdiği zaman akrabalar toplanıp ona yardım ediyor, biz o bağları devam ettiriyoruz. Sıla kelimesi de köken olarak vasıl olmaktan geliyor. Rahimde rahmet, merhametli bir bağlanma var. Biz modernleşirken kendi modern şeklimizi oluşturmuşuz, devletin sunduğu modernizm bu değil ama halk kendi modernizm fomülünü bulmuş. Ama yine de aile risk altında. Çünkü aileyi bir arada tutan değerler vardır, bu değerler aynı zamanda sosyal bağlardır. Mesela dört önemli değer vardır: Sevgi, saygı, sadakat, sabır. “4 S” önemli aile bağlarıdır.
Zorluklarda birbirlerine karşı katlanabilmek, sosyal bağlan oluşturur, bunlar aynı zamanda aile değerleridir. Bunun için İslam dini sıla-i rahimi yapmamayı günah olarak kabul eder. Çünkü benmerkezci insan sıla-i rahimi sevmez.
Batı sürü psikolojisinden kurtulmak için bireyselleşmeyi teşvik etti, tabi gerekliydi de, çünkü insan bireyselleştiği zaman kötü liderler tarafından yönetilemez. Bunun yanında demokrasi adı altında egoizmin doğması, aile bağlarına zarar verdi. Mesela Kaliforniya sendromuna bakalım. Bunun dört tane belirtisi var, biri Hedonizim: Zevkçilik. Zevkinin peşinde, çıkarının peşinde koşmayı seviyor. Eğer bir ilişki çıkarıma ve zevkime uygunsa o ilişki iyidir, çıkarıma uygun değilse iyi değildir. Batı kültüründe aile terapistleri, boşanma terapistleri gibi çalışırlar, geçimsizlik yaşayan bir aile geldiği zaman aile önemli değil sen önemlisin, diyor. Kutsal olan bireydir, aile değildir, o halde ailen ve çocukların seni mutsuz ediyorsa bırak hayatını yaşa, diyor. Böyle olunca batıda boşanma yüzde ellinin üzerine çıktı. Türkiye’de de yüzde on-on beşi buldu şu anda. Aile terapistleri şunu demek istiyor; yüzde elli başarısız olan bir kuruma yatırım yapılır mı? Aile bağlarını baştan gereksiz görüyor, bunun sonucunda da eğer önlem alınmazsa önümüzdeki otuz ya da altmış sene sonra insanların çoğu benmerkezci, haz peşinde koşan varlıklar haline geleceğiz, birbirine çelme takan, kötücül bir mücadelenin, sadece egoların olduğu vahşi bir toplum haline geleceğiz. Eğer ben merkezcilik bu kadar öne çıkarılır, kadim değerler bağlanma sebebi olmaktan çıkarılırsa insanları anarşi ve kaos bekliyor. Batı da aynı şekilde çözüm üretemezse dağılacak. Burada sosyal bağlar sermayedir. Batının finansal sermayesi yüksek, Doğunun ise sosyal sermayesi yüksektir. Paylaşma var, yakınlaşma var, bu da bir kaynaktır; para gibi kıymetlidir, ancak ikisi birleşirse küresel barış oluşur. Batı toplumları sosyal bağ olarak ırkı, çıkar bağını gözetiyor. Kadim değerler ise, ahlak ve din bağını, aile bağını ön plana çıkarıyor. Sosyal bağlar toplumu bir arada tutan bağlardır. Nasıl ki tutkal dağılırsa her şey darmadağın olur, toplumu da bir arada tutan bağlar dağılırsa toplum darmadağın olur. Bir toplumu dağıtmak istiyorsanız aileyi dağıtın, aile bağlarını dağıttığınız zaman toplumu da dağıtırsınız.
Aidiyetlerimizi, topluluk tercihlerimizi, sosyal bağların, din bağı gibi güçlü kuvvetli bağların önüne geçirmiş durumdayız. Burada farklı görüşlerden karı kocanın dahi aile içinde kavgaları nedeniyle aile içi kopmalar başlıyor. Peki, bu durumda nasıl bir tavır takınacağız? Bu bağ tekrar nasıl tesis edecek?
Radikal bağlanmalar her zaman vardır. Mesela aşk kelimesi, aslında sarmaşık kelimesinden gelir. Aşk bağlanmanın doruk noktasıdır. Aşkın nerobiyolojisi vardır. Yakın zamanda oksitosun hormonu bulundu. Şimdi sprey olarak üretiliyor, maymunlara verildiğinde erkek maymunlar eşleriyle daha çok ilgileniyor. Bağlanma hormonu yani en çok annelik hormonudur. Çocuk emzirirken salgılanır. Hem bağlanmayı sağlar hem de müthiş bir şekilde rahatlık, güvenlik hissi verir. Onun için anne tapınma derecesinde çok sever çocuğunu. Eşini unutur, annelik sarhoş eder. Aşkta da bir sarhoşluk vardır, bu hormonun salgılanmasıyla olur. Mecnun, Leyla’ya olan aşkında sarmaşık gibi bağlanıyor, bağlandığı nesne ortadan kalktığında kendisi de yok oluyor. Bağlandığı şeyin içinde eriyerek hayatını tanımlıyor. İslam dini Allah’a bağlanmayı aşk derecesinde yücelterek din bağını bu şekilde ortaya çıkarıyor ama bunun gerekçelerini de ortaya koyuyor. Fakat bu zamanda sevginin bağlandığı kişi yanlışsa yanlış yerlere götürüyor, sorgulamadan bağlanma ortaya çıkıyor.
Kaliforniya sendromundan devam edebilir miyiz?
Kaliforniya sendromuna dönecek olursak bu sendromun İkincisi belirtisi, ben merkeziyetçiliktir. Bireyselliğin merkeze alınmasıdır. Bu kişiler sıkıntıyla karşılaştığında empati yapmayı sevmez, kendi çıkarlarını düşünür, bunlar birleştiğinde yalnızlık ortaya çıkar, yalnızlık ise sosyal bağların olmadığı ortamdır.
Üçüncüsü, yalnızlıktır. Yalnız insan mutlu olamıyor. Mutluluk hormonunu en çok salgılatan şey sosyal ortamda kendini güvende hissetmesidir, başkasıyla güvende hissetmesidir. İnsanın çadırı varsa kendini güvende hisseder, orada rahatlıkla yatıp kalkabilir, yani sosyal sığmağı vardır demektir. Aile sosyal sığınaklardan birisidir. Sosyal sığınağı olmayan insan ideolojilere, çeşitli dini gruplara bağlanır. Batı’da modern tarikatlar ortaya çıkıyor. Tüm bunlar, yalnızlığı gidermek için ortaya çıkmaktadır. Kişi yalnızlığı giderildiği zaman kendini mutlu hisseder. Modern psikoloji, “istediğini yap, mutlu ol” diyor. Ama sosyal ve pozitif psikolojide insanın başkasını mutlu ederek mutlu olması hem kendisinin mutlu olmasını hem de başkasını rahatlatıyor. İnsan başkasına karşılıksız iyilikler yaparak sosyal bağları güçlendirir ve hayatı güvenli alan haline getirir.
Dördüncüsü mutsuzluktur. İnsan, mutlu olmayı istiyorsa sadece parasal sermayesini değil sosyal sermayesini de güçlendirmelidir. Aile önceden sevgi yuvası olarak tanımlanırdı. Aileler şimdi güven yuvası olarak tanımlanıyor. Çünkü kişi kendini güvende hissederse mutlu oluyor. Sıla-i rahimde bunu sağlıyor. Sıla-i rallimin yüceltilmesi de bunun içindir.
Empati sosyal bağlardan en önemlisidir. Karşı tarafı anlamak, onun açısından olaylara bakıp değerlendirmek, onunla uzlaşmacı olabilmektir. Empatinin karşıtı ben merkeziyetçiliktir. Empatinin değer olarak yüceltilmesi gerekiyor. Empatinin karşıtı merhametsizliktir.
Yakın ilişkilerde iki tarafın kendini güvende hissettiği ilişkiyi kurabilmek çok önemlidir.
Akrabalık ilişkileri dolayısıyla ruhsal ve psikolojik durumları bozulmuş vakalar size geliyor mu? Onlara nasıl telkinde bulunuyorsunuz?
Aile bağları önemli ama koruyucu ruh sağlığı da önemli. Bazı kişiler geliyor, dini değerlere saygılı, fakat ahlakına bakıyorsunuz, yaşayışı kapitalist. Eve gidiyor, önce benim çıkarım diyor, kayınvalideyi reddediyor. Benmerkezcilik ve kıskançlık aile bağlarına zarar veriyor, sosyal bağlar zayıflıyor. Sosyal bağlar sosyal temas olursa kuvvetlenir. Aile şu anda ego savaşçıları haline geldi; senin dediğin, benim dediğin, senin paran, benim param, senin ailen, benim ailem savaşına dönüşüyor. Hâlbuki asıl amaç ailemizin iyiliği, çıkarı nerdedir, bunun düşünülmesi gerekir. Benim çıkarım, demek kapitalist ahlaktır, rekabeti ve üretimi arttırmak için yardımlaşmayı reddeder. Hatta Nietzsche tevazuyu ilkel bir şey olarak görmüştür. Hristiyanlığı yıkıp pagan kültürünü yeniden inşa etmeye çalışan bir doktrin babasıdır Nietzsche. Bunu yaparken de Hıristiyanlığın hatalarını çok iyi kullanmıştır. Rekabeti ortaya çıkarırken “yardımlaşma ve tevazu işletme maliyetini artırır; yoksullar güçsüzler yok olsun gitsin” diyerek toplumdaki üstün insanları öne çıkarmıştır. Ancak kişiyi nelerin mutlu ettiği ile ilgili araştırmalarda sosyal bağlara, ini bağlara sahip olan kişilerin daha mutlu olduğu ve yüksek bir güce inananların daha mutlu olduğunu ortaya konmuştur. İman, tevhid, teslim ve tefekkür zinciri tamamlıyor.
Şu an evliliklerin gerekçesini doğru oturtamadığımız için kısa sürede boşanmalar, travmalar yaşanıyor ve iki taraf da birbirinden kolaylıkla vazgeçebiliyor. Evleniyoruz ama neden iyi aile olamıyoruz?
İki insan âşık oluyor, evleniyor, altı ay sonra boşanıyor. Aşk iyi evliliklerin sebebi mi yoksa sonucu nu? Niye evlenmedin, diye sorulduğunda aşık olmadım ki diyor. Aşık oluyor, evleniyor ama yürütemiyor. Kişiler iyi iş birliği kurabilirse o aşka dönüşüyor ve kalıcı hale geliyor. Bazıları seviyor ama çıkarını seviyor, onun kendisine sağladığı imkânları seviyor. Sevdiği kişiyi kendi uzvu gibi görüyor, yani hep benim gibi algılasın hep benim gibi olsun istiyor, hiç kendi özel hayatı olmasın, hep beni düşünsün, bu bencil bir aşktır. Bu aşk sürdürülemez. Karşı tarafı köle yapmak istiyor. Bazı ilişkiler efendi köle ilişkisi gibidir. Dışarıdan güzel bir ilişki gibi durur, ama bir taraf hep katlanıyordun bu ilişki yani efendi köle ilişkisi bu çağın ilişkisi değil. Bu dönemde yatay ilişki var. Bizim geleneksel ilişkimizde kadını evin gönüllü kölesi, erkeği de diktatör olarak gören bir ilişki vardı. Bu ataerkil bir toplumda erkeğin hoşuna giden bir ilişkiydi. Ama artık günümüzün ilişkisi bu değil. Mesela Peygamberimizin hayatına baktığımız zaman Hz. Fatma evlenirken sen onun kölesi o da senin kulun olsun diyor. İki tarafı birbirine itaat ettiriyor, tek taraflı değil kesinlikle. Hz. Fatma tarzı evlilik Ortadoğu kültürünün hoşuna gitmiş ve onu tercih etmiştir. Osmanlı’da da böyledir. Hz. Aişe’ye bakıyoruz, Efendimiz en uzun evliliğini onunla yapmış ve onun dizinde vefat ediyor. Burada yatay ilişki vardır. Bazı aileler Hz. Fatma tarzı, bazıları Hz. Aişe tarzını örnek alıyor. Modernizm artık kadında özgürleştirme hareketine başladı ve artık erkekler bu dönemde Hz. Fatma gibi değil Hz. Aişe gibi olan evlilikleri benimsemek zorunda. Her şeye evet diyen bir eş bekleniyorsa bu evlilik yürümüyor, bunu kabullenmezse zamanın ruhunu okuyamamış demektir. Eşin ve çocukların özgür olduğu, ama aynı zamanda ait olduğu bir aile modeli başarılırsa evlilik yürür, bunu başaramazsa bir müddet sonra boşanmaya gider. Müslüman ama ruhta kapitalist tipi çok fazla, burada artık barışçıl olmayan bir rekabet var, acımasızlık var, değerler yıpranması var ve bunun sonucunda boşanma var, mutsuz çocuklar ortaya çıkıyor. Bizim mutluluğu artırıcı şeyler yapmamız lazım. Mesela beyindeki mutluluk hormonu en çok annenin çocuğunu emzirdiğinde ve İkincisi de birisine sevgi ve dostlukla sarıldığında salgılanır. Bizim kültürümüz musafaha- yı destekliyor, dostluk güven bağının oluştuğu ilişki demektir. Karşıtı ise düşmanlıktır, mesela helalleşme ve selamlaşma dostluğu arttırır. Beyazıt-1 Bistami’ye birisi gelip: “Şimdi zaman çok kötü, hiç dost yok, herkes çıkarcı ne yapacağız?” diyor. O da “seni tatmin edecek, menfaatini giderecek dost arıyorsan çok az, bulamazsın, ama yardım edilecek dost arıyorsan çok fazla var.” diyor.
Onun için bizim karşılıksız yardım edebileceğimiz dostlar oluşturmamız lazım. Ama dostluk deyince bana iyi davranan, beni onaylayan insanlar olsun diye düşünüyoruz. Hâlbuki bu çıkar ilişkisidir. Dostunla tartışırsın ama sonra sarılırsın. Sıla-i rahim bu yüzden dostluk, arkadaşlık ve aile içi güven ilişkilerinin ortaya çıkması için önemlidir. Anne baba ziyaretlerinin yüceltilmesi, anne babanız yaşlanıp muhtaç olduğunda of bile demeyin hitapları, burada menfaatiniz olmasa bile ona olan hakkınızı düşünerek katlanmak zorundasınız, demektir. Gezip eğlenmek varken gidip hasta bakacaksınız, bu insanın nefsine ağır gelen bir şeydir. Onu huzur evine vermeyi rahatlıkla yaparsınız; ama anne baba bağını devam ettirebilmek, onlara of demeden katlanmak, sevgi ve saygı duymakla olur. İnsan her zaman sevdiği şeyi yapmaz ki bazen hoşlanmasa da doğru olduğu için yapması gereken şeyi yapar. Hayat her zaman olumlu şeylerden oluşmaz, bugün olumsuz olan bir durum yarın ihtiyacın olan bir şeye dönüşür. Ama benmerkezci insan bunu göremez o sadece o anki çıkarını düşünür.
Mesela kanser neden öldürücüdür? Kanser, dokulardaki bağı bozar. Mesela karaciğerdeki bazı hücreler; en önemli benim, vücuda gelen glikozun ve oksijenin çoğu bana gelmeli, hep ben büyümeliyim’ diyor. O hücreler büyümeye başlıyor ve tümör/kitle oluşuyor, daha fazla büyüdüğünde karaciğeri mahvediyor, karaciğerle birlikte kişiyi de öldürüyor. Benmerkezcilik de kişiyi öldürüyor, çünkü bağları ve sınırları bozulmuş, bencil insan, sosyal kanser gibidir. Bu kişi hep bana der, ailesini de kendisini de kaybeder, sosyal sınırlarını koruyamamıştır, sosyolojideki karşılığı suç davranışıdır. Başkasının hakkını yiyerek büyüyen insanların ortaya çıkması, terör, mafya gibi, terörün arkasında radikal grupların narsizmi vardır. Hitler kendi ırkıyla etnik narsizim yaptı. Dini gruplarda da dini narsizm ortaya çıkıyor, kendi grubunu dünyanın merkezine alıyor, benim çıkarım diğer dini grupların çıkarından daha önemlidir diyorsa, kendisinden olmayanı ikinci sınıf insan gibi görüyorsa ve diğer grupları ötekileştiriyorsa bu da dini kullanan bir kanser dokusu gibidir. Birisi ırkı kullanıyordu diğeri dini kullanıyor. Aslında dinin sunduğu tam tersi bir öğretidir. Hz. Muaviye’ııin bir toplantısında, sahabilerden birisi hiç konuşmuyor. Muaviye, ‘niye susuyorsun?’ diye sorduğunda sahabeden o zat eğer doğrulan söylesem senden korkuyorum, yalan söylesem Allah’tan korkuyorum, en iyisi susmak’ diyor. Doğrular söylenemiyorsa despot bir sistem var demektir. Kayırmacılığın olduğu yerde düşmanlık duygusu artar, güven zayıflar. Sosyal bağlarda adalet duygusu özellikle aile içinde çok önemli.
Sahabilerden birine Hz. Peygamber ziyarete gidiyor, evin babası çocuklarından birini sevip okşarken, diğerine soğuk davranıyor, Hz. Peygamber “Çocuklarının seni eşit sevmesini ister misin?” o da “evet” Hz. Peygamber de “O zaman sen de eşit sev” buyuruyor. Bütün sosyal bağlarda bu adalet ve merhamet dengesinin kurulması gerekiyor.
Sizin hayatınızda sıla-i rahim nerede duruyor?
2009’da babam vefat etti, yanımda ve hastanede... Annem de geçtiğimiz nisanda vefat etti. O da hastanede vefat etti. Ona biz bebek gibi bakarak son günlerini geçirtmeye gayret ettik. Kendi açımdan içim çok rahat. Etrafımdakilere diyorum anne babanıza en güzel şekilde balan! Karşılıksız sosyal hediye sevgi dolu bir bakış, tebessüm, güzel birkaç söz ve sıcak bir dokunuştur. Bu dört şey sosyal ve psikolojik hediyedir, çok ucuzdur. Bunu bir insan anne babasına eşine çocuğuna verdiği zaman, karşı taraf çok mutlu oluyor hem de güven ortamı oluşuyor. Annem son dönemlerinde Alzheimer hastasıydı. Ona tabakta yemek getiriyorlardı ve tabağın kenarına yemeğin bir kısmını ayırıyordu, bunu çocuklarıma verin diyordu. Böyle bir anneye nasıl davranırsınız? Tamamen çocuk odaklı düşünüyor. Biz üç kardeşiz, hep ona dikkat etmeye çalıştık. Hatta bir kitapta evli çift anlatılır. Eşlerden birisi Alzheimer hastası ve hastaneye her gün ziyaretine gidiyor. Ona soruyorlar: “eşin seni tanımıyor ki niye gidiyorsun?” o da “O beni tanımıyor ama ben onu tanıyorum.” diyor. Ona gitmeyi vicdani bir sorumluluk olarak görüyor. İnsanın zihinsel belleği zayıflasa bile duygusal belleği devam ediyor. Kendisine sevgi dolu bir dokunuş olduğunda onu tanımasa bile o dokunuştan güven oluşuyor, rahatlıyor. Bunun hepsinin beyinde bir karşılığı var. Bunları yapın bunların hiçbiri ücretli değil. Aileye, anne-baba ve akrabaya karşı bunları yapsak bunların vereceği huzur parayla ölçülmez. En güzel hediye sosyal hediyedir.
Röportaj: Kâmil Büyüker
DİN ve Hayat Dergisi/Haziran 2016
Okunma : 10070
ÜHA