Şehir ve Kültür Söyleşilerimizin ikincisinde, ülkemizin mümtaz şahsiyetlerinden ilim adamı, Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan hoca ile beraberiz. İstifade edeceğimiz keyifli ve uzunca bir sohbet oldu, hemen sorulara başlıyorum;
1. “Aşk imiş her ne var âlemde.” Der Fuzuli, fakat bugün aşkın değil de “aşk” kavramının insanı hayretler içerisine düşüren bir hal aldığını görmekteyiz. Bunun sebepleri sizce nelerdir, bunu nasıl aşabiliriz?
Aşk duygusu sevgi duygusunun doruk noktası ve karşılıksız sevgi demektir. Arapçada aşkın sarmaşık kökünden geldiği söyleniyor. Kişi, âşık olduğu kişiyi öyle bir düşünüyor ona öyle bir bağlanıyor ki onunla birlikte ölüyor adeta gibi bir anlamdan bahsedebiliriz. Fakat modernizm birçok şeyi değiştirdiği gibi aşk kavramını da değiştirdi. 3 tane sevgi boyutundan söz edebiliriz. Birincisi erotizm bu hayvanlarda da var. İkincisi romantizm. Üçüncüsü de spiritüalizm dediğimiz yüksek duygular. Şimdi bugün modernizm, aşkı sadece erotizme indirgedi. Bu erkek bakışıdır. Şu anda ataerkil bir modernizmin olduğundan söz edebiliriz. Aşk deyince cinsellik anlaşılıyor. Hâlbuki romantizm cinsellikten daha büyük ve daha önemlidir; insanları birbirine bağlar. Sadece erotizmi aşk olarak anladığımız zaman o tek gecelik beraberlikler ortaya çıkar. Bu tek gecelik ilişkilerde ise ne olur; erkek unutur gider, kadın acısını çeker, telefon bekler. Niye çünkü kadın romantizmi daha çok yüceltir. Erkek beyni erotizmi daha çok yüceltir. İnsanlar birbirine âşık oluyorlar ama bakıyorsun altı ay sonra ayrılıyorlar. “Niye ayrıldın?” Sorusuna ise aşkım bitti şeklinde cevap veriyorlar. Hâlbuki o duygunun ömür boyu aşka dönüşmesi için; aşk+ iş birliği= ömür boyu aşk. Kişiler iş birliği kuramıyorlarsa iyi âşık da olamazlar. Onun için ilişkilerde anahtar kavram iş birliği kavramıdır. İş birliği varsa aşk yaşıyor, ömür boyu devam ediyor. Aşk bu nedenle sebep değil sonuçtur ilişkilerde. Ama modernizm sebep olarak görüyor aşkı. Aşka, sevgiye bencilik katıldı, bu anlayış kültür olarak yaygınlaştı. Bencil sevgide karşı tarafın çıkarını sevme vardır, onu olduğu gibi sevme yoktur. Ondaki çıkarın kaybolduğu zaman fiziksel görünümü ya da zenginliği kaybolduysa birdenbire ona karşı soğuyorsun. Çünkü onun kişiliğini kimliğini olduğu gibi sevmiyorsun. Bu nedenle aşkın içi boşaltıldı günümüzde.
Bir de gençlerin evlilikten ne anladıkları çok önemli. Bu konuyu okuyup öğrenmeleri gerekir. Evlilik bir kültür meselesidir. Evlilik kültürü yoksa iki taraf oturup sorun çözme yöntemi geliştiremiyorlarsa evlilikler yürümez. Bununla birlikte evlilikte dikey ilişki yoktur, yatay ilişki vardır. Dikey ilişki taraftarları evliliği yürütemezler. Kişi eşini köle gibi görüyorsa, eşini kendisine itaat etmesi gereken bir varlık gibi düşünüyorsa bu efendi köle ilişkisi demektir. Bu tarz evlilikler yürümez. Hele bu dönemde modernizmin getirdiği özgürlük rüzgârları içerisinde hiç kimse -haklı olarak- köle olmak istemiyor. Bunun için böyle durumlarda birlikte yaşama bilincinin oluşması gerekiyor. Son Sığınak Aile kitabımda Evlilikte Niyet Sözleşmesi kapsamında bazı maddelerden bahsetmiştim. Burada amaç “İki ayrı kişiyiz ancak bir bütünün parçalarıyız. Özgürlüklerimiz ve sorumluluklarımız arasındaki dengeyi unutmayacağız”ı ortaya koyan sevgi, saygı ve güvene dayalı bir ilişkiyi vurgulamak. Son olarak evlilikten korkan gençlere/ kişilere şunu ifade etmeliyim; samimiyet varsa ve iki taraf mutabıksa korkmasınlar evlilikten. Bir şekilde anlaşırlar.
2.Şehir gürültüsünün içindeki karmaşadan, bunalımdan, hızdan sağ ve kendimiz olarak çıkabilmek için neler yapmalıyız?
Burada birey bazlı da sosyal ve toplum bazlı da düşünmemiz gerekiyor. Şimdi bu büyük balık küçük balığı yutar sözü ciddi şekilde “Yaşam mücadeledir” sözünün bir mottosu gibi. Aslında hayat mücadeledir derken, hayatta yardımlaşma esas, mücadele istisnadır. Aslında bakıyorsunuz evrende mücadele değil birbirini tamamlama var. Bakın yardımlaşma da değil tamamlama var. Geçtiğimiz yıllarda biliyorsunuz bir kuş gribi oldu, bütün tavuklar itlaf edildi. Ondan sonra keneler arttı ve türlü hastalıklar ortaya çıktı. Denge bozuluyor. Onun için diyebiliriz ki müthiş bir denge ve ölçü var evrende. Bu ölçü ve dengede bizim kendimize ve özümüze geri dönmemiz ve insan için en büyük kıymet olan aklı doğru kullanmamız gerekiyor. Yaşam felsefemizi değiştirmemiz/ düzeltmemiz gerekiyor. Biz yaşam felsefemizi değiştirmedikçe insanlık acı çekmeye devam edecek. Bunun da bedeli; sosyal problemler, boşanmalar, mutsuzluklar, suç ve şiddet olayları... Bir örnekle ifade etmek gerekirse; Roma’nın son döneminde; herkes birbirinin ayağını kaydırmaya çalışıyor, birbirini yiyor, salgın hastalıklar çıkıyor ve tek süper güçken çöküyor Roma. Onun için bizim de burada kendi alanımızı, değerlerimizi temiz tutmamız ve korumamız lazım. Mesela komşuluk ilişkilerini sağlam tutmamız gerekiyor. California’da rastgele iyilik projeleri başlatıldı. Bir kişi huzurevine gidiyor orada hiç tanımadığı insanlara yardımcı oluyor. Bir süre burada çalışıyor ve neler yaptığını raporluyor. Başka biri gidiyor bir bölgede temizlik yapıyor ne yaptığını raporluyor. Ondan sonra o kişiye not veriyorlar. Aslında bu, bizim sadaka taşı geleneğinin farklı bir şekli. Bizim o terk ettiğimiz değerleri yeniden inşa etmemiz gerekiyor.
Bu sebeple diyebiliriz ki kalkınmak demek sadece fiziksel kalkınma demek değil. Cumhuriyet ile biz coğrafi bağımsızlığımıza kavuştuk, emeği geçenlere şükran borçluyuz. Ama sadece coğrafi bağımsızlık yetmez. Ekonomik bağımsızlık, askeri bağımsızlık gerekiyor fakat uzun vadede de kültürel bağımsızlık gerekiyor. Biz kültürel bağımsızlığımıza kavuşamadık daha. Askeri bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık adına büyük adımlar atıldı ama kültürel bağımsızlığımıza kavuşamadık. Kültürel bağımsızlık olmazsa -medeniyetin getirdiği evrensel güzellikleri alalım evet ama kendimiz olalım- bunu yapamazsak eğer ne aile, ne komşuluk, ne de şehir kalır. Biz de hep suç makinası insanlarla uğraşırız.
3.Yaşadığımız pandemi süreciyle ilgili farklı bilim adamlarının farklı yorumlarıyla karşılaşmaktayız bu durum ise toplumda genel olarak kafa karışıklığı yaşanmasına zemin hazırlıyor. Bu kafa karışıklığını gidermek adına önerileriniz neler olur?
Bu kafa karışıklığının sebebi bilimsel teknik tartışmalar, bunlar ayrıntılı tartışmalar aslında. Ayrıntılı tartışmaları ise belli bir bilgi seviyesi üzerinde olan kişiler önce kendi aralarında tartışırlar en sonunda temel asgari standartları olan insanlara anlatırlar. Aslında olması gereken sistem bu. Fakat burada öyle olmadığını görüyoruz. Mesela bir hastalığın tedavisi ile ilgili hastanelerde konseyler yapılırdı. Bu kişiyi ameliyat mı edelim, ilaç mı verelim, şunu mu yapalım, bunu mu yapalım şeklinde oturup saatlerce konuşurlardı o hastalıkla ilgili ve en sonunda bir mutabakata varırlardı. O konuşmaları işi bilmeyen birisi dinlese ameliyat olmaktan vazgeçer. Çünkü orada öyle şeyler konuşulur ki… Dolayısıyla bu gibi teknik konuların televizyonlarda konuşulması, ayrıntılara girilmesi insanda kafa karışıklığına sebep oluyor. Onun için bu konuda, kişinin resmi açıklamalarla yetinmesi yeterli. Zaten genel kurallar verildi; temizlik, maske, mesafe.
Aslında bu kurallar yeni bir keşif de değil. Şerafettin Sabuncuoğlu var kendisi Amasyalı meşhur bir hekim, 1300’lü yıllarda Fatih döneminde yaşamış. Bir kitap yazmış dünyada 3 cildi var. Orada şöyle diyor: “Veba/ salgın zamanları; iyi ye, iyi uyu, uzaktan selam ver.” İbn-i Sina’da elini sirke ile yıkarmış mesela yani dolayısıyla bu kurallar evrensel kurallar. Bu kuralları uygulamamız bizi koruyacaktır. Onun için bilim adamlarının işi burada aşı bulmaktır, hastaları tedavi etmektir. Mesela halk sağlığı uzmanları, salgının yayılmaması için neler yapılması gerekir bunu araştırmalı, mesela enfeksiyon hastalıkları uzmanının işi değil ki bu. Salgın uzmanları var, halk sağlığı uzmanları var onların konuşması lazım. Onlar bu konuda daha belirleyicidirler. Herkesin uzman rolüne girmemesi gerekir. Herkes viroloji uzmanı gibi olmaya çalışıyor. O kadar bilmeye imkân yok ve böyle olunca kaygı artıyor, toplum o kişileri dinliyor ve doğal olarak kafası karışıyor. Kendimiz uzman olmaya çalışmayalım. Tıpta uzman olan kişi mühendislikte söz sahibi değildir mesela. Bunun için burada uzmanlığa saygı duymak gerekiyor. Biz genel tedbirlere bakalım, bunlara uyalım ondan sonra hayatımızı sürdürelim. Rastgele konuşulanlara değil de resmi olarak yapılan söylemlere uymak bizim lehimize.
4. Çocukların gelişme dönemlerinde ‘duygu okuma’ kavramı oldukça önemli iken bugün yaşadığımız zorlu süreç; maskeler ve mesafe zorunluluğu, çocukların; tebessümü, mimikleri, teması görmeden hissetmeden yetişmesine neden oluyor. Bu durum ilerideki zamanlarda toplumda ne tip etkiler bırakır, olumsuz etkiler bırakmaması adına neler yapılmalı?
Şu an maskeli olduğumuz için yüz okuma, duygusal okuryazarlık biraz olumsuz etkileniyor tabii. Ama insanlar alıştılar; gözlerden okuyabiliyorlar duyguları. İlk anda belki pratik olmuyor fakat bir müddet sonra insanların ses tonundan, vurgularından, konuşmalarından iletişim kurulabiliyor. Bu süreçte özellikle çocuklardan bahsetmek gerekirse; duygusal gelişim oldukça önemli. Çocukların en güzel gelişimi ise sosyal ortamlarda bulunması. Şu anda ise onları etkileyen tek şey; tabletler, cep telefonları, bilgisayarlar, televizyonlar. Bunlar çocukların en büyük etki alanı. Fakat çocukları geliştiren şey oyundur. Çocuğun en ciddi işi oyundur, arkadaşları ile oynamasıdır. Çocuğun sosyalleşmesi gerekiyor çünkü sosyalleşmeyen bir çocuk bireysel kalıyor ve yalnızlaşıyor. Yalnızlaştıkça ise otistik çocuklar ortaya çıkıyor, gecikmiş konuşma vakaları ortaya çıkıyor. Pandemi döneminde gecikmiş konuşma vakaları çok arttı mesela. Neden çünkü sürekli elinde telefon olan, sürekli ekran karşısında olan bir çocuk konuşma zorunluluğu hissetmediği için sözcük üretme becerisi geliştiremiyor. Onun için –özellikle bu süreçte- anne baba çocuğuna daha fazla zaman ayırmalı. Eğer bu yapılırsa sorunlar telafi edilebiliyor.
Bir de diğer bir yandan bu süreç bir zorunluluk böyle durumlarda bizim tehlike kısmına odaklanmak yerine kazanım kısmına odaklanmamız gerekiyor. Mesela bu süreçte aileye daha çok zaman ayırıyorsun ve bu durum psikolojik olgunlaşmaya hizmet ediyor, sahip olduğun şeylerin kıymetini bilme, diğer insanlara daha iyi davranma, bencilliği azaltma gibi birçok psikolojik olgunlaşma değerlerinin artmasına sebep oluyor. Onun için her krizin bir kazanım boyutu vardır. İnsanlar ona odaklansınlar. Kişiler bu süreçte daha çok kendilerine zaman ayırma fırsatı buldular mesela. Gece hayatı, eğlence hayatı kısıtlandı belki ama kişi kendini geliştirme yönünden daha fazla zaman elde etti.
5.Umutla neticelendirmek adına şöyle bir soruyla son vermek isterim sorularıma: Dostoyevski’nin “Dünyayı Güzellik Kurtaracak” kitap isminden hareketle, dünyayı hangi güzellikler kurtaracak? Bizler birey olarak neler yaparsak mutlu ettiğimiz ve aynı zamanda mutlu olduğumuz bir hayatı kucaklayabiliriz?
Şimdi kötülükleri bir odaya doldursak, iyilikleri bir odaya doldursak kapısını ne açar diye düşündüğümüz zaman. Kötülükleri bir odaya doldursak kapısını kibir, bencillik, diğer insanları küçük görmek açar. İyilikleri bir odaya doldursak kapısını tevazu açar, yardımlaşma açar. Onun için en büyük güzellik sosyal güzelliklerdir. Sosyal güzellikte empati vardır, karşı tarafa anlayışlı davranmak vardır bizim anlayışlı dediğimiz kişiler aslında empatik kişiler, dolayısıyla güzelliklerin kapısını empati açıyor. Her insanı biricik kabul edip, her insana saygı göstermek gerekir.
İyilikler ve kötülükler evrende her zaman vardır, sinüzoidal eğri şeklinde bazen kötülükler artar, bazen iyilikler. Kötülüğün kötü sonuçları görülünce, iyiliklerin kıymeti anlaşılır ondan sonra iyilikler başlar çoğalmaya. Şu anda bence kötülükler dünyada dibe vurdu. Pandemi, insanlara bunu kazandıracak. İnsanlarda açgözlülük, doyumsuzluk, bencillik sadece kendi çıkarını düşünme gibi davranışlar azalıyor.
Bir diğer mutluluk unsuru ise içinde yaşadığımız çevre. Çevrecilik üzerinden bir örnek vereyim; arılar üzerinde matematik modelleme yapılıyor; dünyada arılar yok olsa ne olur diye. Arılar yok olduğundan 50 sene sonra dünya tamamen çöle dönüyor. Çünkü arılar yok olduğu zaman yavaş yavaş döllenme yok oluyor, bitkiler, hayvanlar yok oluyor. 50 sene sürüyor bu matematik modelleme ile. Aynı modelleme ile insanlar yok olunca ne oluyor diye bakıldığında; dünya daha güzel, daha yeşil, daha yaşanabilir oluyor. Dolayısıyla bunu bilmek, dikkat etmek ve bilinçli yaşamak gerekiyor. Onun için çevre bilinci mühim. Avrupa’daki şehirlere bakın eski şehirlerde/ geleneksel şehirlerde hiç ağaç yok, kupkuru. Çevre daha sonra ağaçlandırılmış. Osmanlı’da öyle değil, Osmanlı’da şehrin içinde yeşillik, mezarlık hep beraber. Yani yeşilliğe saygı varmış. Ama biz hızla modernleşme adı altında bütün şehirdeki yeşillikleri yok ettik/ ediyoruz. Batı’nın fark edip düzelttiği şeyi biz bozmaya başlamışız. Betonlaşma kültürü olmamalı, muhakkak doğayla barışık bir kültür oluşturmamız gerekiyor. Doğayla iç içe olduğu zaman insan, doğaya saygıyı öğreniyor. Doğaya saygıyı öğrenen insan başkasına saygıyı da öğreniyor. Onun için çevre bilincinin yaşatılması gerekiyor. Çevre bilinci ile yardımlaşma bilinci bu ikisi oldukça mühim. Şehri yönetenler paylaşımcılığı arttıran ve çevre bilincini arttıran çalışmalara yatırım yapmalı o zaman şehirler daha yaşanılır, insanlar daha mutlu olur.
Söyleşinin ilk bölümünü okumak için: //uskudar.edu.tr/tr/icerik/6031/tarhan-kulturlu-insanlar-cogunluktaysa-orada-mutluluk-huzur-ve-duzen-olur
Kaynak: Şehir ve Kültür Dergisi
Okunma : 3099