Oruca nasıl konsantre olmalıyız, farkındalığımızı nasıl yükseltebiliriz?
Ramazan’da da bedensel olarak kişi, organlarına alışkanlıklarını terk ettirerek yeni, kullanmadığı hücreleri ve dokuları harekete geçiriyor. Kan şekeri düştüğü zaman yağ dokusunu daha aktif kullanmaya başlıyor. Ramazan, fiziksel olarak böyle bir geçiş yaptığı için, kişilerde kan şekeri düşüyor. Beyin de direkt kandan şeker alıp beslenen bir organ. Dolayısıyla kişide strese dayanıklılık düşüyor ve öfkeye bir yakınlık ortaya çıkıyor. Ama bu, ilk 3-5 gün içerisinde geçiyor. Kişi “Ben bu orucu tutacağım ve Ramazan’ı kesinlikle sağlıklı bir şekilde tamamlayacağım.” tarzında inanıyorsa beyni buna göre programlanıyor.
Ramazan’ın ilk birkaç günü bir gerginlik olabiliyor. Özellikle daha sonra eğer kişi hâlâ açlıktan dolayı gerginse, Ramazan’ı içselleştirmeden oruç tutuyor demektir. Çünkü beynimiz öyle bir organ ki nasıl programlarsak ona göre çalışıyor. Mesela, “Ben oruçluyum, yemek yemeyeceğim.” diye kesin kararlıysanız beyin, öğle vakti, o alışkanlık geçtikten sonra asit özellikli kimyasallar salgılamıyor, iftardan önce salgılamaya başlıyor.
Niyet demek, aslında bilgisayarda enter tuşuna basmak gibidir. Niyet ettiğin zaman, “Saat 05.00’te kalkacağım.” diye inanarak yatarsanız, uçağa yetişeceksiniz, sınava yetişeceksiniz, çok önemli bir şey vardır, saati kurmadan kalkarsınız. Fakat “Kalksam da olur, kalkmasam da olur.” derseniz, çoğu zaman uyanamazsınız. Bu, beynin kendi kendini programlamasının kanıtıdır. Niyet de aynı şekilde. Yani kişi inanırsa organlarımız, beynin orkestra şefliğine uyuyorlar; inanmazsa, organlar da eski alışkanlıklarına devam ediyorlar, asit salgılamaya devam ediyorlar, sonuç olarak kişi sinirli olmaya başlıyor. “Midem kazınıyor. Oruç bana dokunuyor.” diye düşünüyor. Kişinin içselleştirmeden ya da toplum baskısıyla, ailenin ve çevrenin baskısıyla tutulan oruçlar genelde daha zor geçer. Ama kişi bunu içselleştirirse, niyet olarak zihninde programlamışsa, çok daha rahat geçirir ve faydayı o zaman görür.
Bir cihazı, bir makineyi en iyi kim bilir, onu imal eden bilir. Vücudu da en iyi kim bilir; onu yaratan bilir, onun yaratıcısı mantığını bilir. Hangi gerekçeyle biyolojik doğaya neyin uygun olduğunu, psikolojik doğaya neyin uygun olup neyin uygun olmadığının mantığını, onu imal eden, yaratan bilir. O hâlde, Allah orucu emrettiğine göre biz hikmetlerini anlamasak bile teslim olmamız gerekir.
Her insan, vücudunun dinç, dinamik olmasını istiyor. Tabi, orucu biz detoks için tutmuyoruz ama oruç tuttuğumuzda Allah’ın rahmeti ve hikmetiyle vücut kendi kendine arınıyor. Oruç nasıl bir detoks etkisi yapıyor?
Amerika’da “Yaşlanmayı geciktirme” veyahut da “Yaşlanmayı dönüştürme” olarak söylenen uygulamalar var. Vücutta yaşlanma doğal bir süreç zaten. Buna en iyi olarak bol su içmenin olduğu ve vücutta açlık kürleri, cinsel perhiz kürleri gibi kürler yapılıyor. Kişi 15 gün, 1 ay küre sokuluyor. Bu kürden sonra kemik iliği yeni hücreler üretiyor; beyin büyüme faktörü salgılıyor. Bu da demektir ki detoks olarak tanımladığımız, vücudun toksinlerden temizlenmesi, arınmasını vücut kendi kendine gerçekleştiriyor.
Bir sürü masraflar yaparak bir tedavi programına, bir küre girmek yerine, hem ibadetimizi yapıyoruz hem de kendi hücrelerimizi yeniliyoruz, vücudumuzda birikmiş toksinleri atıyoruz. Yani yediğimiz gıdalarda civa var, kurşun var, eser element denilen birçok elementler var. Bunlar vücudumuzda birikiyor. Vücut çalışma biçimini değiştirdiği zaman, yedekler harekete geçiyor, vücut toksinleri atıyor.
Bedende olduğu gibi, ruhsal yapımızda da yenilenme oluyor.
İnsan içinde kibir ve gurur gibi kötü duygular barındırıyor. “Bütün iyilikleri bir odaya doldursan, kapısını ne açar?” dediğin zaman, insanda iyiliklerin kapısını tevazu açıyor, kötülüklerin kapısını kibir açıyor. Kibir şeytan sıfatı ve eğer insan kendini eğitmezse doğal akışında kibirli olur. Nasıl ki bir tarlayı ekip biçmezsen ayrık otları kaplar; bir insan da kendini bu konuda eğitmezse, sorgulamazsa, insan küçük bir firavun olmaya aday. Yani Allah, insanı yaratırken, kendine kafa tutma özelliği vermiş. Kişi vahşi at gibi, nükleer enerji gibi, uranyum madeni gibi. Bunu eğer iyi yönde kullanırsa Allah kişiyi muhatap seviyeye yükseltiyor; kötü yönde kullanırsa şeytandan daha aşağı derecede değersizleştiriyor, kötüleştiriyor. Bu yönde de insanın kendini eğitmesi gerekiyor. Oruç; insandaki o narsistik eğilimleri, insanın, “Ben yaptım, her şeye ben sahibim, her şeyi kontrol ederim, her şeye hâkim olurum…” duygusunu terbiye ediyor.
Mesela, bir annenin çocuğun her şeyine karışmasının içinde bir kibir vardır, gizli kibir. Yani bazı insanlar vardır, alçak gönüllü gözükür, ama her şeyi mükemmel ister; yani çocuğu mükemmel olsun, eşi mükemmel olsun, herkes mükemmel olsun. Bunun arkasında da gizli bir kibir vardır; “Ben mükemmelim, onlar da mükemmel olsun.” duygusu vardır.
Senede bir, Allah’ın emrettiği oruç ibadetini eda ettiğinde ideal insan olma yolunda ilerliyor.
İbadetin asıl yüksek hedefi, ilahî rızayı kazanmak; bu hedeflenir. Müminin hedefi Allah’ı memnun etmek, Allah’ın rızasını kazanmak olmalı. Yani kişide ego ideali olarak söylenen ideali neyse ona ulaşmak. Şu anda modern işletmecilikte vizyon olarak geçiyor. Bir insanın vizyonu, o insanın değerlilik ölçüsüdür aynı zamanda. Diyelim ki Topkapı Sarayı’nın inşaatındayız. Buranın inşaatında çalışan, vizyonu olmayan bir işçiye “Ne yapıyorsun?” diye sorsalar, “Şu kadar akçe yevmiyeyle çalışıyorum.” der. Eğer vizyonu olan bir işçiyse sorsalar, “Dünyanın en büyük devletinin sarayını yapıyorum.” der. Yapılan iş aynı iş, fakat vizyon sahibi kişi, soyut hedefleri olduğu için, ideali olduğu için işinde daha hızlı ilerler, yaptığı işi daha ciddiye alır, daha önemser. Bir şirkette de şirketin vizyonu, misyonu, stratejisi, değerleri vardır; şirketler bunu duvarlara asarlar. Sebebi, vizyonunu bilirse bir insan, bu şirketin ne hedeflediğini, vizyonunun ne olduğunu, stratejik hedeflerinin ne olduğunu bilirse çalışırken, yaptığı işi o duyguyla yapar, o sorumlulukla yapar ve motivasyonu daha yüksek, kendini harekete geçirme gücü daha yüksek olur.
İnsan da kulluk vazifesini yaparken, Ramazan orucunu tutarken hedef olarak dünyevi hedefler koyarsa, vizyon adamı değil, misyon adamı olur, sadece o verilen görevi yapıyordur. Ama yüksek hedefler koyarsa, ilahî rızaya uygun olduğu için, daha sorumluluk sahibidir. Bir padişahı ziyarete gittiniz, padişahın ziyaretine değil de bahçenin güzelliklerine dalıp gittiniz, padişahı unuttunuz; orada azarlanırsınız. Asıl hedefi unutuyorsun, buradaki yiyecek içeceklere, süslere, eşyaya, şöhrete takılıp kalıyorsun. Kâinatın sultanının yanına gidebilmektir asıl hedef.
Şeker hastalığının tedavisinde açlık kürleri tedavi olarak kullanılıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Ağrı kesicilerden sonra dünyada en çok kullanılan ilaçlar şeker ilaçları olmaya başladı. “Bu, neden?” diye yapılan araştırmalarda, kan şekerini alıp kullanmakla ilgili, insülin reseptörleri var hücrelerde. Bu reseptörlerin duyarlılığı beslenme biçimi nedeniyle bozulmuş ve bu bozulma sonucu aile geni olmayanlarda bile şeker hastalığı belirtileri ortaya çıkıyor. Devamlı atıştırma nedeniyle kişinin kan şekeri sürekli yüksek oluyor. Kan şekeri yüksek olunca, insülin reseptörleri “Benim şekere ihtiyacım yok.” diye duyarlılıklarını azaltıyorlar, azaltınca insülin reseptör duyarlılığı bozuluyor ve şeker hastalığı ortaya çıkıyor.
Bunun için açlık kürleri tavsiye ediyorlar şimdi. Kişinin sadece su içerek, günde belli bir süre aç kalmasıyla yapılan kürler. Obezitenin ve şekerin ortaya çıkmasının en büyük sebebi tıkınma geleneği, atıştırma geleneği.
“Acıkmadan yeme, yediğin zaman da az ye!” diyor İbni Sina. Tıp dönüp dolaşıp İbni Sina’nın söylediği söze geldi. Yani acıkmadan yeme, kan şekerin düşsün ki vücut insülin reseptörleri duyarlılığı bozulmasın. Acıkmadan yedikçe ne oluyor; insülin reseptörlerinin eşiği düşüyor. Yediğin zaman az yiyince ne oluyor? Midenin 3’te 1’i boş kaldığı için, mide kapasitesini sınırlı tutuyor; ama mideyi devamlı doldurduğun zaman, mide bu sefer onu hazmedebilmek için birazcık büyüyor. Daha sonra biraz daha çok yiyorsun, mide onu hazmedebilmek için biraz daha büyüyor, böyle mide büyüyor, bu sefer az şeyle doymamaya başlıyorsun, obez oluyorsun.
Onun için, az yemek, midenin küçük kalmasına katkı sağlıyor. Bu nedenle, Peygamber ahlakındaki o sağlık öğütleri, insan hayatında trafik levhaları gibi. Nerede, nasıl, dozu kaç, nerede duracaksın, nerede az yiyeceksin, nasıl yaşayacaksın, yaşama stilini öğretiyor. Yapılan araştırmalarda, hastalıkların yüzde 60-70’i yanlış yaşamayla ilgili. Yaşam stilini bilemediğimiz için hasta oluyoruz. İnsan için en iyinin, en doğrunun ne olduğunu en iyi bilecek makamdaki kişi kimdir; onu yaratandır. O hâlde, yaratanın tavsiyesine uyduğun zaman, insan için en doğru, en iyinin ne olduğunu bilerek, baştan kabul ediyorsunuz. Yani bir makine alıyorsunuz, kullanma talimatı var ya, ona uyarsanız arıza yapmaz.
Şu anda “Peygamberimiz’in (sav) tavsiyelerinin bilimdeki karşılığı nedir?” diye araştırmak gerekiyor. Yani her uzman hekim kendi alanında bunun gerekçelerini araştırıp kanıtlarını ortaya sunması lazım. Çünkü kanıt çağındayız. Kanıtlanmayan bir şeye günümüzün insanı inanmıyor. Kanıtlayacaksınız, araştırma yapacaksınız, istatistiksel sonuçlarını yapacaksınız, anlatacaksınız. Batı zihni bunu anlıyor ve biz de Batı zihnine göre düşünen bir toplum olduk artık. Bu nedenle bunu kanıtlayarak gittiğimizde, Kur’ân tavsiyelerinin, insanın psikolojik doğasına, biyolojik doğasına uygun olduğunu görüyoruz. Oruç ibadetinin de çok sayıda faydası, hikmeti var.
Oruç ibadeti, yeme içmeyle ilgili olduğu kadar bütün davranışlarımıza da ölçü veriyor.
Psikolojide buna farkındalık eğitimi deniliyor. Bir insan yola çıkmadan önce bir haritayı önüne alır, önce gideceği yerin nerede olduğuna bakar. Nerede olduğunu doğru biliyorsa, yol haritasını ondan sonra çizer ve hedefine gider. İnsanın hayat yolunda da önce kendini tanıması lazım. Buna öz bilinç deniliyor, kendini tanıma. Kendini tanımayan bir insan yanlış konumda olduğu için, gideceği hedefte hep hata yapar. Öz bilinç, kendini tanıma… “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” buyuruyor Efendimiz (sav). İnsanın, nefsinin güçlü yönlerini, zayıf yönlerini bilmesi çok elzem. Öz bilinç olarak ilk adımdan sonra ikinci olarak özyönetim geliyor, kişinin kendini yönetmesi geliyor. Ondan sonra sosyal bilinç, toplumun parçası olduğunu bilmek, daha sonra insanlar arasındaki ilişkilerimizi yönetebilmek geliyor. Pozitif psikolojinin yeni tanımlamasıdır bu. Öz bilinç dediğimiz kendini tanıma, insanın, “Dur, düşün, yeniden başla” yapmasıyla olur. Durup, düşünüp, özeleştiri yaparak, sorgulama yaparak bir insanın nerede olduğunu bilmesi, haritadaki konumunu bilmesi, hayattaki konumunu bilmesi demektir. Bu da kolay bir şey değil, söylemesi kolay da uygulaması kolay değil.
Ramazan’ın toplumsal beraberliğe etkileri nedir? Ramazan’ın toplumda meydana getirdiği sosyal değişim konusunda neler söylersiniz?
Ramazan’ın en önemli özelliği, sosyal ibadet olarak diğer ibadetlerden farkı olması. Ramazan’da manevi bir iklim oluşuyor. Hep “Eski Ramazanlar” denilir ya, 100 sene önce sorsanız onlar da “Eski Ramazanlar” diyorlar. Aslında o kişinin çocukluğundaki Ramazan’ı özlemesi onun için eski. Çünkü çocukluktaki Ramazanlar çok sevilir. Ramazan olduğu zaman, evde kavga azalır, ses tonu yükselmez. Sinirlenilir, “Oruçluyum. Tartışmak istemiyorum.” denilir. Trafikte bile, “Oruçluyum şimdi.” diye başlar lâfa ve insanda fren mekanizmalarını harekete geçirir. Ramazan’da kalp kırmamaya daha çok özen gösteriyor, çocuklara daha şefkatli davranıyor, ailede iyilik yapma arzusu uyanıyor. Yani “Bu Ramazan, mukaddes gün, iyilik yapmam lazım.” diyor. Kişi, kendi dünyasında Ramazan’a iyi ve güzel anlamlar yüklüyor hayatında. Ramazan’da iyilik yapma arzusu uyandığı için, çocuğuna daha güler yüzlü davranıyor, işçisine daha güler yüzlü davranıyor.
Batılılar, sadaka kültürü diye bizim kültürümüzü küçümsemişler. Fakat şimdi, sosyal duyguları, beynin sosyal duygularını harekete geçiren alanların aynı zamanda mutluluk hormonu salgılattığını öğrendikten sonra, şimdi sosyal duyguları öğretmeye çalışıyorlar. Yani sosyal duyguları öğretelim, suç azalsın, şiddet azalsın diye çalışma yapıyorlar. Ramazan, insanlar arasında paylaşma kültürünün yoğun olduğu bir ay. Bu nedenle insanlar kendilerini daha güvende hissediyorlar, daha iyi hissediyorlar. Toplumun yarısını da aslında dezavantajlı insanlar oluşturuyor; engelliler, hastalar, zayıflar, yaşlılar, çocuklar gibi. Ama Batı toplumu, sanki sağlıklı insanlara göre organize olmuş bir toplum. Hâlbuki toplumun yarısı hasta, zayıf, sorunlu insanlardan oluşur, onları yok sayan bir toplumda dolayısıyla güven oluşmuyor.
İnsanlarda, “Ben hasta olduğum zaman, engelli olduğu zaman, bana önem verilecek, bana değer verilecek.” diyerek güven oluşuyor. Yoksula, dezavantajlı insana verilen güvenin diğer insanlardaki yansıması şu şekilde oluyor: “Ben hasta olursam bana iyi bakılacak, bana yardım edilecek.” diye düşünür. Sosyal devlet bu şekilde ortaya çıkar ve o zaman toplumda huzur olur. Ama dezavantajlı, hasta, zayıf, mağdur, mazlum insanları önemsemeyen, sadece sağlıklı insana odaklı yaşayan bir toplumda insanlar da devamlı sağlıklı kalmak zorunda hissettiği için, diğer insanları göz ardı ediyor, bencil yaşamaya itiliyor ve mutlu olamıyor. Bu nedenle, sosyal devlet oluşabilmesi için, sosyal toplum oluşabilmesi için, muhakkak dezavantajlı insanlara yardım etmek onlarla ilgilenmek gerekir.
Empatide de en önemli nokta “Bana yapılmasını istemediğim şeyi başkasına yapmamalıyım.” düşünce kalıbıdır. Ramazan, bu empatiyi geliştiren bir zaman dilimidir. Diğer yönden insanın “Başkası açlıktan ölse bana ne!” tarzında bencilce düşünceleri var. Ramazan, bu tarz düşüncelerin tedavi edildiği ve değiştiği aydır.
İnsanoğlu, Ramazan’da başkalarının çektiği sıkıntıları, zorlukları, açlıkları da fark edebilmeyle ilgili bir deneyim yaşıyor. Çünkü kendisinden beklenmedikçe hiç kimse, başkasının çıkarını düşünmek gibi bir çaba içerisine girmiyor. İnsanı doğal haline bırakırsanız benmerkezci olmaya daha yatkındır. Kişinin, kendisini bu yönlerde de eğitmesi gerekiyor. Ramazan, bu bencillik duygusunu eğitmek için de çok önemli bir dönem ve iklimdir.
Okunma : 5023