Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “İsrail toplumunda büyük bir kolektif travma oluştu”
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, TGRT Haber’in canlı yayın konuğu oldu. Tarhan, “İsrail-İran Arasında Yaşanan Gerginlik ve Toplum Ruh Sağlığına Etkisi, Savaş Psikolojisi” konularına ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Tarhan, savaşların günümüzde yalnızca fiziki değil aynı zamanda psikolojik, ekonomik ve teolojik boyutlarda sürdüğünü vurguladı. Empati yoksunluğunun sivillere yönelik şiddeti meşrulaştırdığını belirten Tarhan, toplumların savaş psikolojisine karşı dirençli olması gerektiğini ve bu travmaların insanlık için ders niteliğinde olduğunu kaydetti. Savaşın ideolojik değil teolojik bir temele dayandığını belirten Tarhan, İsrail toplumunda büyük bir kolektif travmanın da oluştuğunu sözlerine ekledi.
“Kolektif travmadan güçlü bir güvenlik kompleksine”
Katıldığı canlı yayında İsrail toplumunda büyük bir travmanın oluştuğunu söyleyen Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan; “Freud’un Son Oturum diye bir filmi var. O filmde Freud’un bir sözü geçiyor. 1938’de, II. Dünya Savaşından önce vefat etti. Savaşı müthiş bir şekilde analiz etmiş. Hitler’in baskısından dolayı İngiltere’ye göç etmek zorunda kalıyor ve ‘Yahudilerin dünyadaki finansal hâkimiyeti, Bolşeviklerin işine yarayacak ama bu durum Yahudilerin aleyhine olacak.’ diyor. Bunu 1936’larda söylüyor. Şimdi bugüne baktığımızda küresel ölçekte benzer bir finansal işgalin varlığını görüyoruz. Ancak artık bu işgalin aktörleri değişmiş durumda. Yeni aktörlerle birlikte dünya başka bir alana sürükleniyor. Öte yandan İsrail toplumunun ve yöneticilerinin psikolojisini iyi anlamak gerekiyor. Holokost sonrası İsrail toplumunda büyük bir kolektif travma oluştu. Bu travma, 'Bir daha asla' duygusuyla yerleşti. Bu da güçlü bir güvenlik kompleksine dönüştü. Örneğin güvenlik korkusu yaşayan biri ormanda yürürken elinde silah varsa en küçük bir hışırtıda tüm mermisini oraya boşaltabilir. İsrail’in ruh hali de buna benziyor. Geçmişte Irak’a, ‘Kimyasal silah var.’ bahanesiyle yüklendiler. Şimdi ise ‘Nükleer silah tehdidi’ söylemiyle benzer bir yol izleniyor. İsrail lideri, toplumun bu güvenlik kompleksini kullanıyor. Belki de çeşitli amaçlarla hatta küresel sermayenin yönlendirmesiyle bunu yapıyor. Ancak küresel finansal işgalin uzun vadeli riskleri henüz tam olarak görülmüş değil.” ifadelerini kullandı.
“Sivillere yönelik şiddet rasyonelleştiriliyor”
Empatinin tamamen ortadan kalktığını söyleyen Tarhan; “İran’ın geliştirdiği bir acı ve çile kültürü var. Şia geleneğinde olduğu gibi kutsal günlerinde kendilerine zincir vurarak acı çekerler. Bu çile çekmenin yüceltildiği bir kültürdür. İran kültüründe direniş ruhu oldukça yüksektir. Bu kültür yüzyıllardır o bölgeden hiç ayrılmadan varlıklarını sürdürebilmelerinde önemli bir rol oynamıştır. Tarih boyunca İranlıların savunmalarının meşhur olmasının temelinde de bu kültür yatar. Onlar da bu kültürü bir ideolojik çerçeveyle birleştiriyor bir direniş ruhu oluşturuyorlar. Bir yanda güvenlik kompleksiyle hareket eden bir sosyopsikoloji var diğer yanda ise bu direniş ruhuyla şekillenen politik bir psikopolitik yapı mevcut. Böyle durumlarda karşılıklı kutuplaşmanın insanları nereye götüreceğini öngörmek zor değil. Bu gibi durumlarda insan zihni doğal olarak ikiye ayrılır biz ve onlar diye. Güvenlik kaygısı ortaya çıktığında dost ve düşman ayrımı keskinleşir. Karşı taraf şeytanlaştırılır ve bu durum onları meşru bir hedef haline getirir. Ne yazık ki siviller de bu süreçte meşru hedef olarak görülmeye başlanır. Şu anda her iki taraf da karşısındakini şeytanlaştırıyor. Bu nedenle empati tamamen ortadan kalkıyor ve sivillere yönelik şiddet rasyonelleştiriliyor. Bu rasyonelleştirme bugün her iki tarafta da açık şekilde gözlemlenebiliyor…” şeklinde konuştu.
“Nükleer savaş korkusu, insanları frenliyor”
ABD’nin doğrudan savaşa girmeyip vekalet savaşı yürüttüğünü belirten Tarhan; “Savaş stresi özellikle askerler üzerinde ciddi etkiler yaratıyor. Bu durum ABD’de de çok yaygın görüldüğü için konuya dair kitaplar yazıldı. Hatta psikiyatride travma sonrası stres bozukluğu tanısı ilk kez Vietnam Savaşından sonra konuldu. O dönemde savaş stresi ya da kombat stresi adıyla tanımlandı. Şu anda ABD’de en yaygın hastane türü, veteran yani gazi hastaneleridir. Bunun nedeni savaş sonrası çok sayıda askerin Travma sonrası stres bozukluğu yaşaması ve birçoğunun alkol bağımlısı olmasıdır. Çünkü bu kişiler savaşta yaşadıkları ölümler, kayıplar ve olaylarla baş etmekte zorlanıyor. İşte bu yüzden ABD artık doğrudan savaşlara girmek istemiyor, vekâlet savaşları yürütüyor. Tecrübeleri nedeniyle artık doğrudan çatışmalardan kaçınıyorlar, çünkü savaştan korkuyorlar. Bu korku aslında dünya genelinde yaygın. Bugün büyük bir savaşın çıkmamasının önemli nedenlerinden biri de nükleer başlıkların varlığı. Ben iyi ki nükleer başlıklar var diyorum, çünkü olmasaydı büyük ihtimalle Üçüncü Dünya Savaşı çoktan çıkmış olurdu. Nükleer savaş korkusu, insanları bir noktada frenliyor. Bu gibi durumlar siviller üzerinde de ciddi etkiler yaratıyor. Sivillerde kolektif travma oluşuyor. Yerinden edilen, bombardımanla evlerini kaybeden insanlar, yakınlarını yitiren kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Bunların hepsi savunmasız gruplar. Bombardımanın amacı sadece fiziki yıkım değil, aynı zamanda tehlike algısını yükselterek insanların psikolojik dayanıklılığını kırmak. Ancak İranlılar gibi çile kültürüyle yetişmiş topluluklarda bu psikolojik direnci kırmak bu yöntemlerle çok zor.” dedi.
“Askeri karar vericiler alternatif senaryoları değerlendirmeli”
Alternatif senaryoların değerlendirilmesi gerektiğini belirten Tarhan; “Şu anda çeşitli senaryolar üretiliyor. En kötü senaryo ise Türkiye’yi bu savaşın içine çekmek. Örneğin, Suriye üzerinden bir tehdit algısı oluşturularak Türkiye’yi çatışmaya dahil etme yönünde bir senaryodan söz ediliyor. Bu en tehlikeli senaryolardan biridir ve umarım gerçekleşmez. Türkiye böyle bir mecburiyetle karşı karşıya kalmaz. Bu tür ihtimaller mutlaka düşünülmeli ve değerlendirilmelidir. Bu senaryolar harp akademilerinde, askeri strateji seminerlerinde tartışılmalı. Askeri karar vericiler A, B, C gibi alternatif senaryoları değerlendirmeli. Bu konular televizyon ekranlarında değil stratejik karar mercilerinde ele alınmalıdır. Dün ABD'den çıkan bazı haberler beni gerçekten şaşırttı. Trump’a gökten bir ses geldiğine dair iddialar vardı. Bu mesihçi bir anlayışın göstergesidir. Bu anlayışa göre Hz. İsa’nın dönüşüyle birlikte büyük bir savaş çıkacak ve bin yıllık bir egemenlik dönemi başlayacak. Hatta bazıları bu süreçte Amerikan liderini mesih gibi görüp büyük İsrail devletinin kurulacağına inanıyor. Bu onların inancı, onların planı. Ancak biz kader planının nasıl işleyeceğini bilemeyiz. Yine de toplum olarak bu tür senaryoların farkında olmalıyız. Böyle planlar var. Fakat çoğu zaman bu tür büyük planlar, planlayanların elinde kalır. Çünkü bu insanlar kendilerinde adeta tanrısal bir güç atfediyorlar. Tarihte bu şekilde düşünenler genelde hüsrana uğramış ve kötü anılmışlardır. Kendilerini küçük tanrı gibi görenlerin bu savaşı da tanrısal bir görev gibi görerek hareket edenlerin geçmişteki örneklerine de baktığımızda, çoğu kez felaketlerle karşılaştıklarını görürüz. Bu insanlar, çoğu zaman büyük hayal kırıklıkları ve hatta soykırımlar yaşamışlardır. Bugün de benzer bir yola doğru sürükleniyorlar. Psikolojide buna narsistik körlük denir. Güç zehirlenmesi yaşayan ve kendisini yenilmez sanan liderler, karar verici aktörler bu körlük içinde gerçeklikten koparak insanlık dışı kararlar alabilir. Bu tarihte defalarca görülmüş bir durumdur.” ifadelerini kullandı.
“İran toplumu, savaş psikolojisini bir tehdit değil kenetlenme fırsatı gibi yorumlayabiliyor”
İran liderinin psikolojisinin ve ideolojik yaklaşımlarının iyi analiz edilmesi gerektiğinden bahseden Tarhan; “Şu anda Türkiye kendi geçmiş tecrübelerinden faydalanarak ve güvenlik danışmanlarının görüşlerini dikkate alarak hareket ediyor. Bu süreçte Türkiye’nin sergilediği soğukkanlı diplomasi dikkat çekiyor. Bu noktada Türkiye’nin güçlü bir orduya sahip olması ve toplumda halen istikrarın sürüyor olması önemli avantajlar. Bu da Türkiye’yi bölgedeki diğer aktörlere göre daha güvenilir ve dengeleyici bir konuma getiriyor. Elbette savaş psikolojisine girme ihtimali tamamen dışlanamaz ancak mevcut şartlarda bu krizin büyümeden çözülebileceği yönündeki ihtimal daha baskın görünüyor. Öte yandan, İranlı liderlerin psikolojisini ve ideolojik yaklaşımlarını da iyi analiz etmek gerekiyor. İran’ın güvenlik bürokrasisi, geçmiş travmalardan derin etkilenmiş durumda ve bu durum onların tehdit algılarını farklılaştırıyor. İran toplumu, savaş psikolojisini bir tehdit değil kenetlenme fırsatı gibi yorumlayabiliyor. Bu bağlamda, İran tarafında savaşın genişletilmesi değil daha çok misilleme kaçınılmazdır şeklinde bir psikolojik duruş hakim. Şu anki eğilim doğrudan geniş çaplı bir savaş yerine sınırlı ama kararlı bir karşılık verme stratejisi gibi görünüyor.” şeklinde konuştu.
“Türkiye’nin güçlü duruşu büyük bir şans”
Türkiye’nin uluslararası arenada önemli bir aktör olduğunu söyleyen Tarhan; “Bu savaş psikolojisi karşısında Türkiye’nin güçlü bir devlet duruşuyla soğukkanlı hareket etmesi toplumumuz için büyük bir şanstır. Güvenli bir pozisyonda kalabilmek bu dönemde oldukça kıymetli. Öte yandan yanlışa yanlış demek, somut adımlar atmak da bir o kadar önemli. Bu süreçte dikkat çekici bir başka durum ise Türkiye’de farklı dünya görüşlerine sahip kesimlerin bu konuda ortak bir duruş sergileyebilmiş olmasıdır. Muhalif seslerin bile bu konuda sessiz kalması politik bir malzeme haline getirilmemesi çok değerli. Bu Türkiye’nin dış dünyadaki imajına da olumlu yansıyacaktır. Bugün Türkiye topyekün hareket edebilecek bir toplumsal yapı ve güçlü bir devlet aklıyla uluslararası arenada önemli bir aktör konumundadır. Ancak medya ve propaganda yoluyla yapılan abartılı algı yönetimlerine karşı da zihinsel olarak dirençli olmak gerekiyor. Örneğin ‘Evinde vurduk, odasında hedef aldık gibi ifadeler sıkça duyuluyor. Bunlar günümüz teknolojisinde çok zor şeyler değil. 2018’de zaten dijital diktatörlük kavramı açıklandı. Artık dijital sistemlerle yolda giderken aracınız bile uzaktan kitlenebilir. Böyle bir dijital kontrol çağında bu tür propagandaların olması şaşırtıcı değil. Ancak savaşları asıl kazandıran unsur kara savaşıdır. Hava ya da deniz üstünlüğü önemli olabilir ama zaferi getiren her zaman kara hakimiyetidir. Unutulmamalı ki bir taraf, ‘Yenilgiyi kabul etmiyorum.’ dediği sürece savaş bitmez.” dedi.
“Bu savaş yalnızca ideolojik değil teolojik bir savaş”
Savaşın yalnızca fiziksel değil aynı zamanda bir finansal ve ekonomik savaş olduğunu dile getiren Tarhan; “Silahlardan çok daha önemli bir boyut da ticaret savaşıdır. Ticaret savaşında ise küresel iki güç olan Çin ve ABD’nin tutumu büyük önem taşıyor. Bu ülkelerin liderlerinin psikolojileri, kişisel tarihçeleri, narsistik eğilimleri ve çevrelerindeki danışmanların yaklaşımları, sürecin gidişatını doğrudan etkileyebilir. Bu aktörlerin hangi yönde hareket edeceğini tam olarak bilemeyiz. Ancak toplum olarak bu tür küresel krizlerde soğukkanlı kalabilmek çok önemli. Korkuya ya da paniğe gerek yok ama dikkatli ve uyanık olmak şart. Türkiye’deki karar verici aktörlerin en kötü senaryolara karşı içeriden gerekli önlemleri aldığını görüyoruz. Bu da toplum psikolojisi açısından rahatlatıcı bir durum. Burada toplumun psikolojisini güçlü tutmak büyük önem taşıyor. Ancak savaş ortamından çözüm beklemek, insanlığın geldiği gelişmişlik düzeyi açısından oldukça ilkel bir yaklaşım. Bu savaş bana göre yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda teolojik bir savaş. Rasyonel açıklamalardan çok dini ve kutsal inançlarla temellendirilen bir çatışma bu. Bu durum, insanlığın ulaştığı etik ve entelektüel seviyeye tamamen aykırı. Bugünün üniversiteleri, bilimin geldiği yer, insan hakları anlayışı bunların hiçbiri bu tür bir savaşı meşru göremez. İnsanlık, bu savaşı neden yaşadığını sorgulayacak ve gelecekte benzer felaketlerin yaşanmaması için neler yapılabileceğini tartışacak. Şu anda birçok düşünür, akademisyen, kanaat önderi bu savaştan dersler çıkarmaya çalışıyor. Psikolojide travma sonrası büyüme kavramı vardır. Bireylerin yaşadıkları zorluklardan sonra daha dirençli ve farkındalığı yüksek hale gelmeleri anlamına gelir. Bu kavram, sosyal alanlar için de geçerlidir. İnsanlık böyle büyük bir travmayı büyüyerek atlatabilir. Bu da olayın umut veren diğer bir yönüdür.” ifadelerini kullandı.