Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan iman ve insana dair Yenidünya’da Şura dergisinin ilk sayısına önemli değerlendirmelerde bulundu.
Kıymetli hocam tüm inanışlar açısından baktığımızda iman kavramı psikolojide neye karşılık gelmektedir? Bu noktada iman duygusunun, kişinin kendisinin de yaşadığı topluma ne gibi bir getirisi vardır?
Tüm inanışlar açısından baktığımızda iman kavramı kişinin yüksek bir güce inanması şeklinde özetlenebilir. Şu anda insanı modellerken, imanı modellemede insan beynini 1990’a kadar modellerken Descartes “Düşünüyorum o halde varım” diyordu. 1990’larda nörobilim geliştikten sonra, beyin görüntüleme teknikleri geliştikten sonra duyguların nörobilimi ortaya çıktı, “Descartes’in yanılgısı” diye bir kitap yazıldı. Ondan sonra “Hissediyorum o halde varım” denildi. Nörobilimin ilerlemesinden sonra şu anda gelinen noktada “İnanıyorum o halde varım” noktası. Böyle bir durumda inanmanın artık nörobiyolojik bir karşılığı var. Burada iman inanmanın yüksek bir güce inanması. İnsanın yüksek bir değere, yüksek bir kudrete, yüksek bir zekaya, yüksek bir ilim sahibine, irade sahibine, güç sahibine, hikmet sahibine inanması. Mesela Ayasofya kelimesinin karşılığı yüksek hikmettir. Yüksek bir hikmet, yüksek bir bilgi var. Buna inanmak. İman duygusu bu nedenle şu andaki insan modellemesinde biyopsikososyal model kabul ediliyordu.
Biyopsikososyal spirütüel model kabul ediliyor. İnsanda metabilişsel dediğimiz, metakognitif ya da zihinüstü dediğimiz genlerden söz ediliyor. İnsanın yüksek bir güce inanma ihtiyacı var. Yüksek bir güce inanma ve ona sığınma ihtiyacı var. Bununla ilgili bir gen araştırması yapılıyor şu anda. İnanç geni araştırması. Buna yakın genler araştırılıyor. Zaman kavramıyla, ölüm kavramıyla, bilinçle ilgili, farkındalıkla, gelmiş ve geçmişi algılamayla, insanının anlam arayışıyla ve teselli arayışıyla ilgili bir genetik kod var mı bu araştırılıyor. Burada iman insanın açıklayamadığı bir konuda inandığı yüksek bir değer deniyor. İnsan zihni şöyle çalışıyor. Hakikati arama davranışında insan zihni şöyle çalışıyor. Birincisi deney ve gözlem. Ateş yakar, arsenik zehirler, pozitif bilim deney ve gözlem.
Bununla hakikate ulaşamazsa ikinci aşamada akıl yürütmeyle hakikate gidiyor. Bununla ulaşamazsa sezgilerle hakikati bulmaya çalışıyor. Bununla da ulaşamazsa inançlarla hakikati buluyor. Bu dört kademeden geçerek bulması lazım ama bazı insanlar kısayol oluşturuyor, hiç aklını kullanmadan inanıveriyor bir şeye. Böyle durumlarda hatalar ortaya çıkıyor ama zihin fonksiyonu açısından baktığımızda kişinin bu dört aşamayla inanması ile doğru ve sağlam inanç ortaya çıkıyor. Bu nedenle inanmak, bir insanın davranışlarını değiştiren bir durumdur. Bir insan inanmadığı zaman ona uygun davranış geliştiremiyor.
Onun için biz şu anda daha önce yapılmayan şeyler son 10 yılda kişilikteki kişisel inanış ölçekleri geliştirildi. O kişinin inanç kalıpları ve değer yargılarını belirliyoruz. O inanç kalıpları ve değer yargılarına göre o kişinin kişisel inanış ölçekleri vardır. Kişisel inanış ölçeklerine bakıldığında o kişinin inanışları neyse o kişinin davranışlarını o belirliyor. Karar vermesini o belirliyor. Beynimizin ön bölgesi karar verme bölgesidir. Karar verme bölgesi kişinin inançlarıyla doğrudan ilgilidir. Bu nedenle insanın yüksek bir güce inanması, bir insanın psikolojik bir ihtiyacı olduğu düşünülüyor. Onun için hep söylenir ya; düşen uçakta ateist yoktur diye. Niye? Çünkü insan o anda aciz. İnsan aciz kaldığı anda inanma ihtiyacı hissediyor. Diğer zamanlarda o kişiler Tanrı’ya inanmadıklarını yüksek sesle söyleyebiliyorlar ama mesela ölümle karşılaştıkları zaman, hastalıkla karşılaştıkları zaman, bir musibetle karşılaştıkları zaman bir anda inanacak bir dal arıyorlar ve o dala da inanç deniyor.
İnancın psikolojik karşılığını anlattınız. İnancın psikolojinin bir parçası olarak düşünmek toplumu nasıl etkiliyor?
Toplumdaki inançlar, insanın karar vermesini etkilediği için kişinin inançlarını değiştirerek kararlarını değiştirmek mümkün. Bunun için inançlar toplumda kişinin hangi yöne gideceğini belirliyor. Kişisel inançlar, toplulukta olmaya başladığı zaman kültürel kalıplar haline geliyor. Sosyal yargılar haline geliyor. Bin kişilik bir topluluğun %60-70’i belli bir inanış kalıbını benimsiyorsa o artık sosyal bir inanış haline gelmiştir. Böylece toplumun inanışlarını değiştirdiğimiz zaman sosyal davranışı değiştirmiş oluyoruz. Buna kitle etkisi, kitle psikolojisi deniyor. Kitleleri bir arada tutan alanlar vardır. Alan Teorisi denir. Burada inanışlar en önemli alanı oluşturur. Mesela “Kimlik” Alan Teorilerinden birisidir. Kimlik çadır gibidir. Kişi ben o kimliğe aidim dediği zaman o çadıra aidim demektir. Kimlik bir alandır.
Kişilik özellikleri belli bir davranış kalıpları bir alandır. Kişinin ortak inanç kalıpları sosyal davranış alanlarıdır. Aynı zamanda sosyal tepki alanlarını oluşturur. Bunun için bu bozulduğu zaman sosyal şizofreni dediğimiz bir durum oluşur. Toplumun bir kısmı diğer bir kısmını düşman gibi görüyorsa birbirine karşı dezorganize tutarsız bir ilişki varsa, örneğin şizofrenide ne oluyor, beynin bir bölgesi bir bölgesi ile dezorganize bir ilişkisi oluyor. Beynin bir bölgesi şöyle yap derken diğeri böyle yap diyor. Bu dezorganize bir durumdur. Bu durumda çatışma çıkar. Ve bu kişiler akıl sağlığı bozuk kişiler olur. Toplumda da bir kesim A yönü diğeri B yönüne gidelim dediği zaman oturup ortak bir karar veremediğinde buna sosyal şizofreni demek gerekir. Bunun için toplumdaki inanışların ortasında şöyledir herkes farklı şeylere inanabilir. 1000 kişilik bir toplulukta bin ayrı inanış olabilir. Ama asgari alanda bir birleşme olursa o toplumda ortak bir dil oluşturulur.
Farklılıklar üzerine değil de benzerlikler üzerine toplum ilişki kurarsa kişi hem kendi inanışı üzerinde özgür olur hem de o topluma ait olur. Onun için bir arada tutan ortak inanış alanları olması lazım. Ortak değerlerin olması lazım. Bunun için ortak hedeflerin, ülkülerin olacak, ortak davranış bilimleri olacak ve ortak geçmiş olacak. Bu üçü birleşirse toplum bir millet haline geliyor. Tarihteki ortak değerler, şu andaki sorun çözme ve iletişim stilindeki ortak değerler ve geleceğe aynı yöne bakış da ortak değerler kitleyi millet haline getiriyor. Bir kitlenin millet olabilmesi için muhakkak ortak değerlerinin, hedeflerinin olması gerekir. Bu da inanışlarla geçiyor. Nasıl bir kişi inanıyorum o halde varım diyorsa onun inanış kalıpları kişi için kişiliğini belirliyorsa bir toplumun da toplumsal kimliğini toplumun inanış kalıpları belirler.
Toplumsal olarak kişide maddi ve manevi olanaklar artsa da ahlaki edinimlerinin bu oranın zıtlığında gerilediği görülmektedir. Örneğin mahalleye yapılan yeni bir cami veya insanların toplanıp sohbet edeceği ayrı bir yerin yapılması oradaki ahlaki durumu çok farklı bir noktaya getirmiyor. Maneviyatın yaşandığı yerlerde tam tersi durumlar da tezahür edebiliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilginin, herhangi bir inanışın iki yönü vardır. Biri bilgi yönü diğeri uygulama amel yönü. Bir insan iyi ahlaklı olmaya yönelik şöyle yapmalı dersin, hatta bu konuda kitap yazarsın çok alimsin bu konuda ama uygulamaya geldiği zaman yapmazsın. Mesela bizim hocalarımız vardı, sigara zararlı derlerdi. Sigara zararı üzerine bir saat konferans verirdi. Tenefüs olunca sigara içerdi. Bunu neden yapıyor, çünkü bilgiye duygu katamıyor. Bilgiye duygu kattığın zaman inanış olur. İman olur. Bilgi artı duygu eşittir inanış, iman. Çünkü mantıksal olarak inanıyorsun ama duygularını katamadığın için uygulamaya çeviremiyorsun. İnanmanın bilgi yönünü kabul ediyor ama tatbikat yönünü kabul etmiyor. Kişi, tatbikat yönünü kabul etmesi için deneyimlemesi lazım. Yaşaması gerekiyor. Artı ve eksisini gördükten sonra hayata geçirebiliyor. O nedenle bilgiye duygu eklenirse inanış haline geliyor. Bunu devam ettirirse alışkanlık haline dönüşüyor. Eğer bu uzun süre devam ederse kişilik haline dönüşüyor. Kişi akıl olarak bilip kalben tasdik etmiyorsa iman olmuyor. Bu sadece bilgi oluyor.
Duygularıyla tasdik etmesi lazım ki iman olsun. Yoksa ortaya münafıklık çıkıyor. Doğruları konuştuğun zaman mangalda kül bırakmayan ama uygulamaya gelince yapmadığın zaman ikircilik, riya oluyor. Kötü niyet varsa münafık olur. Kötü niyet olmadan da yapılabilir, insan hata yapabilir. O nedenle duygulara inanış katmak ahlaki edinim haline dönüştürüyor. İman bilgisine, iman duygusu katmak gerekiyor. O zaman iman kalıcı hale dönüşüyor. Mesela kültürel Müslümanlıklar, kültürel Hristiyanlıklar vardır. Anneden babadan gelen alışkanlıkla o ritüeller yapılır. Ama bir tartışmaya geldiği zaman inançlarını savunamazlar. Mesela Avrupa’da Müslüman mı yoksa Hristiyan mısınız diye sorulduğunda bu kişiler “ben dini kabul etmiyorum ama kültürel olarak Hristiyanım der” inanmıyorum der.
Bu durum %50’yi geçti. Yani inanç yok sadece kültürel ritüeller var. Ama inanç olmadığı zaman kişi bunu eyleme dönüştüremiyor. Çocukluğunda öğrendiği davranışlar varsa bir kültür olarak devam ediyor. İmanın ahlak hale gelmesi için muhakkak gerekçeleriyle inanması gerekiyor. Bir insan gerekçeleriyle inanmazsa onu savunamaz. İç dünyasında ispat edemediği fikri içselleştiremiyor. Karşı fikir geldiği zaman karşı kanıt oluşturamıyor. İnsan zihni karşı kanıt sistemi ile bilgiyi kabul eder. İnanç sistemlerini de karşı kanıt sistemleriyle içselleştirebiliyor. Bu zamanda açık toplum ve açık iletişim çağındayız. Her türlü negatif pozitif fikir var. İnançlar da sorgulanıyor. Böyle durumlarda sağlam, akıl süzgecinden geçmiş fikirler kabul ediliyor. Kabul edilmemiş fikirler tarihin çöp sepetinde kalıyor. Bu nedenle gerekçelerle inanması inancı sağlam hale getiriyor. Bir kültürel taklidi inanç var bir de araştırılarak inanılan tahkiki inanç var. Tahkiki imanda kişi kanıtlanan bilgilerle inanıyor. Bir inancın kişide kendi sentezini oluşturması gerekiyor.
Tez (inanmak tezi), antitez, hipotez ve sentez ortaya çıkıyor. Antitezi göz önüne almayan bir inanç taklidi iman oluyor. Ama öte türlü gerekçeleriyle sağlam iman oluyor. Tahkiki inanç sağlam inançtır. Şu an çağın gerçeklerine aykırı bir inanış ilk fırtınada yıkılıyor. İnanışların çağın gerçekleriyle yüzleşmesi gerekiyor. Çağın gerçekleriyle yüzleşen inanışlar ayakta kalacak. Sorgulamayla geçmeyen bilgiler zaman içinde kaybolacaktır. O nedenle fikrine güvenen insan bilimsel metadolojiden korkmaz. Eleştiri sürecinden korkmaz. Eleştirel düşünceden korkmaz. Konuşur tartışır. Karşı tezini sunar. Bunun sonucunda hakikat ortaya çıkar. Kendi fikri yanlışsa düzeltir. Kendi fikrinin kutsal ve hakikate uygun olduğuna inanıyorsa eğer o zaman araştırır sebebi ve gerekçeleriyle inanır. Gerekçeleriyle inanıp davranış geliştirebilmek için o kişide sağlam inanç olması gerekiyor. Sağlam iman olması için de muhakkak sorgulama ve eleştiri sürecinden geçmiş karşı kanıtlara karşı cevapları olan inanışları olması gerekiyor.
Toplumsal olarak kişide maddi ve manevi olanaklar artsa da ahlaki edinimlerinin bu oranın zıtlığında gerilediği görülmektedir. Örneğin mahalleye yapılan yeni bir cami veya insanların toplanıp sohbet edeceği ayrı bir yerin yapılması oradaki ahlaki durumu çok farklı bir noktaya getirmiyor.
Bunun iki tane sebebi var. İyi faaliyet yapılıyor ama iyi sonuç olmuyor. Mesela şu anda gençler namazı nasıl kılacağım diye değil niçin kılacağım diye soruyor. Mesela gençlere iyi ahlaklı olacaksın, sözünde dur, yalan söyleme, dürüst ol diyorsunuz. Peki, bu insan niçin dürüst olmalıyım diyor. Dürüstlük ahmakların sığındığı bir sığınaktır diyor. Zeki olmayan insanlar dürüstlüğe sığınırlar, inanca sığınırlar kendilerini korumaya alırlar diyor. Açıkgöz olacaksın diyor. Oysaki yalan kısa vadede sonuç verir orta ve uzun vadede dürüstlük kazandırır. Buna karşın bir cevap verilmezse olmaz bunu o gence mutlaka anlatacaksın. Mesela erdemli olmak mı yoksa çıkarcı olmak mı karlıdır, bu soruyu sorduğun zaman kime sorsan çıkarcı olmak diyenler kısa vadede düşünür. Erdemli olmak diyenler orta ve uzun vade karlılığı düşünür. Bunu öğreteceksin. Bunu öğrettiğin zaman erdemli olmak demek ki daha karlıymış diye hareket ediyor. Mesela Gandi’ye soruyorlar. Gandi kendi ahlakını çok güzel yaşamış biri. Sen koskoca İngilizlerle nasıl mücadele edeceksin diye Gandi’ye sorduklarında “bir baktım önce bu evet doğru gibi geldi ama tarihi araştırdım doğruları lehine mücadele edenler kısa vadede kazanamamış ama hep uzun vadede kazanmışlardır diyor.
Bu örnek şunu gösteriyor. Dürüst olmak, ilkeli davranmak, doğrular için mücadele etmek, sabır göstermek uzun vadede kazandırır diyerek bu ilkelerle hareket etmeye karar verip sivil direnişe başlıyor. Kaç senelik İngiliz sömürgeciliğini Hindistan’da bitiriyor. Bu nedir işte tamamen çıkarcı olmamak ile ilgili. Bunlar anlattığın zaman gençlere öğretebilirsiniz. Mesela bu mahallede sohbet yeri açılmış ama iyilikler getirmiyor neden çünkü dersi verenler kendi hayatlarında uyguluyor mu uygulamıyor mu ona bakmak gerekiyor. Ahlak sözle değil davranışla aktarılır. Mesela yalan söyleme konusunda bir saat konuşursun ama bir yalan söylersin bütün konuşman boşa gider. Bir anne baba için de böyledir. Çocuk bakar kendi anne babası dürüstlük konferansı veriyor ama kendi hayatında uyguluyor mu? Eğer uyguluyorsa çocuk bunu örnek alıyor. Bu nedenle iyi alışkanlık kazandırmak için rol model olmak gerekiyor. Söz dilinden daha etkili olan dil davranış dilidir.
İnsani Değerleri Araştırma Vakfının 2018 yılında 40 yaş üzeri insanlara yaptığı araştırmada 20 yıl öncesinde insanların mutluluk paydası %60’larda iken şimdi %28’lere gerilediği görülüyor. Mutlu olma günden güne düşüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burada 20 yıl evvel hangi sorular soruldu ona da bakmak gerekiyor. Ancak günümüzde insanlarda çok şeye sahip olmak mutluluk getirmiyor. Ben bunu modernizm hastalıklarına bağlıyorum. Modernizmin en büyük hastalığının birincisi hedonizm, ikincisi egoizm, üçüncüsü konfortizm… Hepsi sekülarizmi çağrıştırıyor. Yani sekülarizmin sonucu bu… İnsanlar çok şeye sahip oluyor ama toplumun ‘50’si her şeye sahipse %50’si dezavantajlıdır. Kimler bunlar; engelliler, yaşlılar, hastalar, mağdur ve mazlum insanlar… Örneğin 8 kişilik bir ailede 4 kişi avantajlı 4 kişi dezavantajlıysa o ailede huzur olmaz ki… O ailede huzur ve mutluluğun olması için paylaşılması gerekiyor. Bu toplumda da geçerlidir. Şu anda toplumda modernizmin getirdiği zevkçilik, benmerkezcilik barışçıl olmayan bir rekabet getirdi. Konfortizmin sonucunda da insanlarda beklenti yükseldi. Yani daha önce insanlar 3 – 5 şeyle mutlu olurken şimdi insanlar 20 şeyle mutlu olamıyorlar. Her sene elbise, araba iş değiştiriyor. Sonuçta insanlarda mutlulukla ilgili beklenti çıtası yükseldi. Bunun rolü var. İnsanlar çok dünyevileştiler. Dezavantajlı insanlar karşısında kendilerini çözümsüz, çaresiz, doyumsuz hissediyorlar. Çözüm üretemedikleri zaman mutsuz oluyorlar ve yalnızlaşıyorlar. Sosyal ihtiyaçların karşılanmaması insanların mutluluğunu azaltıyor.
Beklentilerin yüksek olması, insanların yalnızlaşması, kişinin sosyal ve ekonomik hareketlilik nedeniyle insanlar kendilerine zaman ayıramıyorlar bu da mutluluk puanını düşürüyor. Mutluluk yatırım gerektiren bir şeydir. Dış nedene bağlı olmayan mutluluk felsefesinde de bir değişiklik var. Mutluluk felsefesinde insan mutluluğu yakalamaya çalıştıkça kaçar. Renkli gölge gibi mutluluk. Ama hedefin vardır. Yaşam felsefesi olarak küçük şeylerden mutlu olmayı başarabilmek, ikincisi de dünyayı değiştirmek yerine kendimizi değiştirmek. Bunlar mutluluk biliminin öğretileri. Bunlar şu anda terkedildi. Kapital sistem insanı üretim makinasına dönüştürdü. Kazan üret çarkı içerisinde insanı mekanikleştirdi. Mekanikleşen insanda da içsel duygular tatmin olmamaya başladı. Ve mutsuzluk ortaya çıktı. Buna paralel varlıklı daha zengin daha çok imkana sahip ama yaşam mutluluğu daha düşük bir insan nesli ortaya çıktı. Batının buna bulduğu çözüm mutluluk bilimi eğitimleri, pozitif psikoloji altında eğitimler. Mutluluk oranındaki bu düşüş bizim dünyevileştiğimizi gösteriyor. Kapitalizmin sadece ekonomisi değil, ahlakını da almışız. Bu toplumun kapitalist ahlak içinde olduğunu gösteriyor. Yani insan zengin ama mutlu değil.
İnternet önemli bilişim hayatımızın vazgeçilmez bir fenomeni haline geldi. İyi olan veya kötü olan hiçbir süzgeçten geçme ihtiyacı olmadan hızlı bir şekilde her yerde yer alıyor. Tahribat tamirat ve tedbirattan daha fazla oluyor. Bu sonuç internet enstürümanının ortaya çıkış felsefesi ile ilgili mi yoksa sanal dünya bu alanı fazlaca kullananların ahlaki kuralları belirlediği bir platform mu olmaya gidiyor.
Açık toplum olduk açık iletişim var. Televizyon ve akıllı telefonlara evin açık kapısı diyoruz. Neden çünkü o kişi evde, ofiste güvenli bir ortamda bulunuyor gözüküyor ama açık kapısı bunlar. Oradan her türlü bilgi alışverişi giriş çıkış oluyor. Olumlu olumsuz bütün bilgiler giriyor. Fakat insanlık bu kadar hızlı değişime hazır değildi. Özellikle çocukların gelişen ruhu için düşündüğün zaman, bir çocuğun 20 – 30 yaşında karşılaşacağı mahrem bilgilerle şimdi 10 yaşında karşılaşabiliyor. Ruhu o olgunluğa gelmemiş ama önüne benzer durumlar çıkıyor. Eğer iyi bir ebeveyn gözetimi, kılavuzluğu yoksa böyle durumlarda çocuk yanlış mecralara yönelebiliyor. Günümüzde yeni bir şey çıktığı zaman önce ilgi çekiyor. Mesela internet kolay ulaşılabiliyor, ucuz, elverişli sürdürülebilirliği yüksek. Böyle kolay bir imkan varken insanlar zor yolu tercih etmiyor. Bir şey 4 kurala uyarsa insan ona sorgulamadan inanır. Ucuzsa, kaliteliyse, hızlıysa ve güzelse… Şimdi internetten ucuz bulabiliyorsun, estetik çekici, hızlı geliyor, bir taraftan da senin hayatını kolaylaştıracak kaliteli bilgi de geliyor.
İnsan beynine en uygun şey bu… Bu 4 şeyi birleştiren bilgi insan beyninin en kolay kabul ettiği bilgidir. Böyle durumlarda insanın seçici olmayı öğrenmesi gerekiyor. Seçici olmayı öğrenince bu özelliklerin kalitesini sorgulayabiliyorsun, verebileceği zararları aklayabiliyorsun. Socratesin bir filtresi var. Bir talebesi gelmiş size bir haber getireceğim diye söylediğinde Socrates dur diyor. Bu bilgi gerçek mi değil mi dediğinde öğrenci bilemiyorum diyor, doğru mu değil mi diye sorduğunda öğrenci yine bilemiyorum diyor, faydalı mı değil mi diye sorduğunda öğrenci yine bilemiyorum diyor. Bunun üzerine Socrates gerçek olup olmadığını, doğru olup olmadığını, faydalı olup olmadığını bilmediğin bir şeyi bana söyleme diyor.
Bu aslında beynimizin frontal lob fonksiyonu… Beynimizin frontal lobu bir bilgiyi alması için o bilgiye şöyle der. Beynimizin ön bölgesinde bir yargıç vardır. Bunu bir mahkeme heyeti gibi düşünürsek son karar veren yargıçtır. Ama 5 tane jüri vardır. Birincisi gerçek mi değil mi diye sorar, ikincisi faydalı mı faydasız mı diye sorar, üçüncü güvenli mi güvenli değil diye sorar, dördüncü iyi mi kötü mü diye sorar, beşinci güzel mi çirkin mi diye sorar… Eğer bu süzgeçten biri geçerse kabul eder. Ama şu anda bu hızlı teknoloji beynimizdeki bu filtreye kısa devre yaptı. Cazip bilgiye bu 5 soru sormadan alabiliyor. Halbuki bu soruları sorması gerekiyor. İnternetin çıkış felsefesi pazarlama tekniği gibi kalitesiz bir yiyeceği öyle ambalajlarsınız ki kişiye satarsınız ama bir açar ki veya kullanır ki midesi bozulur. Alışveriş yapan kişi, bunun içi nasıldır, son kullanma tarihi nedir, firması garantili midir diye bakmazsa aldatılır. Aynı şekilde bilgi de öyledir. Her bilgiyi beynimize almamamız gerekiyor. Bu nedenle genç kuşaklara bu zihinsel jüri metaforu ile bilgileri öğretmek gerekiyor.
İki yaşını geçkin neredeyse tüm çocukların elinden tabletlerin düşmediğini görüyoruz. Sabah yataklarından kalktıklarında kahvaltı bile yapmadan önce “tabletim nerede” gibi evin içerisinde bir arayış içerisine girebilmekteler.
Tam da bu durum ileride çocuklarımızla ilgili, biz ebeveynleri nasıl bir şeyle ve ya da nasıl bir tehlike ile karşı karşıya bırakacak; ne dersiniz?
Bu kuşak otonom robotlarla iletişim kuran bir nesil olacak. Yapay zekâyı daha rahat kullanan bir kuşak olacak. Otonom robotlar büyük ihtimalle önümüzdeki yıllarda rutine girecek. Daha aceleci ve sabırsız olacak. Ve kendine odaklı bir kuşak olacak.
Şu andaki kuşak sosyal temas kurarak iletişim gerçekleştiriyordu Alfa kuşağı ise daha çok otonom robotlarla arkadaşlık kuracak. Otonom robotlar o kadar yaygınlaşacak ve ucuzlayacak ki onlarla arkadaşlık kurulacak. 20 sene önce cep telefonlarına bu kadar kolay ulaşılabilmesi ne kadar ütopik iseydi şimdi de otonom robotlarla arkadaşlık kurmak o kadar yaygınlaşacak. Çünkü otonom robotlar öğrenen robotlar. Mekanik arkadaşlıklar gibi. Her sorusuna evet diyen, onunla onun anladığı dili konuşabilen robotlar ortaya çıkacak.
Makineler aynı zamanda öğrenen makineler. Bir müddet sonra neye kızdığını neye kızmadığını sesinin tonunun neye yükseldiğini neye yükselmediğini robot o kişiden öğrenecek. Ve o kişinin hoşlandığı tepkileri verecek. Sadece o kişiye özel robotlar ortaya çıkacak. Böyle giderse önümüzdeki on yıl içerisinde böyle robotlar ortaya çıkacak. Böyle bir durumda insan evlenmeye de ihtiyaç hissetmeyecek. Arkadaşa da ihtiyaç hissetmeyecek.
Bugün elindeki bir bilgisayarlla o kadar rahat konuşan bir insan bir müddet sonra başkalarının hayır demesine, ters davranmasına tahammül edemeyecek, ihtiyaç hissetmeyecek. Sosyal iletişimi robotlarla yapacak. Ama iş iletişimi ayrı. İş iletişiminde mecburen insanlarla temas kuruluyor ama özel hayatında robotlarla yalnızlık duygusunu giderecek. Yalnızlık duygusunun yeni ihtiyaç giderme amacının robotlar olma ihtimali yüksek.
Amerika’da televizyon yeni yaygınlaşmaya başladığında bir anket yapılıyor. Çocuklara ‘Evden televizyon mu yoksa babanız mı gitsin’ diye soruluyor. % 60’ı evden babam gitsin cevabını vermiş. Böyle bir çocukta aile bağları zayıf olur. Son dönemde boşanmaların oranı artıyor, okul içi şiddet artıyor, Y ve Z kuşağının meyveleri olacak Alfa kuşağında bu oran düşündürücü olacaktır. Artık bütün dünyada insanlar varlıklı ama mutlu değil.
Kaynak: Yenidünya'da Şura Dergisi Mart-2019 Sayı:1
Okunma : 5801