Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Güç savaşları evliliğin en büyük düşmanıdır”
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Anadolu Gençlik Derneği Kadın Kolları Elazığ Şubesi tarafından düzenlenen “Aile İçi Etkili İletişim” seminerine katıldı. Çevrimiçi gerçekleştirilen seminerde Tarhan, güç savaşlarının evliliğin en büyük düşmanı olduğunu söyledi. Kapitalizmin aile içi iletişime olan etkinlerini anlatan Tarhan, kapitalizmin beklentileri yükselttiğini bu sebeple insanların sabırsızlığa ve şükürsüzlüğe itildiğini belirtti. Güvenin bir atmosfer olduğunu söyleyen Tarhan, aile içi iletişimde kuralların net ve açık olması gerektiğini vurguladı.
Çevrimiçi gerçekleştirilen seminerin moderatörlüğünü Klinik Psk. Zeynep Akılotu yaptı.
“Güç savaşları evliliğin en büyük düşmanıdır”
Aile içi iletişimde üç tür iletişimin var olduğunu dile getiren Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan; “Birincisi sağlıklı iletişim ikincisi çatışmalı iletişim üçüncüsü ise iletişimsizlik. Bunlar arasında en kötüsü iletişimsizliktir çünkü burada taraflar birbirinden ümidi kesmiştir. Artık birbirlerini ikna etmeye bile çaba göstermezler. Bu durum çatışmalı iletişimden bile daha kötü. Günümüzde aile içi iletişimin bozulmasının üç temel nedeni var. Birincisi ego savaşları ve bencilliktir. ‘Benim dediğim, senin dediğin, benim param, senin annen’ gibi ifadelerle kişilik savaşlarına dönüşen bu durum iletişimi ciddi şekilde zedeler. Bu tür güç savaşları evliliğin ve aile içi iletişimin en büyük düşmanıdır. İkincisi, yalanın aile içinde yaygınlaşmasıdır. Taraflardan biri yalan söylüyor ve bunu normalleştiriyorsa güven zayıflar. Güvenin zayıflaması zamanla çatışmaları ve sadakatsizliği artırır. Oysa bir evin en temel özelliği sevgi değil güvendir. Çünkü sevgi güveni doğurur. Sevgi varsa korku azalır güven artar. Sevgi zayıfsa korku artar bu da güveni zedeler. Ailede yalanın artması sevgiyi, saygıyı sadakati de olumsuz etkiler. Üçüncü neden ise sabırsızlık ve aceleciliktir. Sabırsızlık, eleştirinin dozunu kaçırır. Gerçekçi olmayan beklentiler ilişkiye zarar verir. Bu durumlar aile içi iletişimi olumsuz etkileyen önemli faktörler.” diyerek sözlerine başladı.
“Kapitalist sistem beklenti düzeyini yükseltiyor”
Kapitalizmin aile içi iletişime olan etkinlerine değinen Tarhan; “Evlilikler iyi niyetle ve güzel beklentilerle başlar. Ancak modernizmin getirdiği tehditlerden biri de aşkı evliliğin temel şartı gibi göstermesidir. ‘Aşk yoksa evlilik de yoktur.’ anlayışı yaygındır. Oysa evlilikte aşk sebep değil sonuçtur. Aşkı başlangıç noktası olarak gören çiftler birbirlerine aşık oldukları için evleniyorlar. Ancak altı ay sonra bu aşk buharlaşıyor. Çünkü gerçek aşk, sevgiyle birlikte iyi bir iş birliği kurulduğunda gelişir ve kalıcı olur. Eğer taraflar sağlıklı bir iş birliği kurmayı başarırsa en zor karakterler bile uyum içinde yaşayabilir. Birçok araştırma ve tez de bunu destekliyor. Uygun olmayan karakterler bile iyi iş birliği kurabildiklerinde evlilikleri sürdürebilir. İki melek gibi insan iş birliği kuramıyorsa evlilik yürümez. İki huysuz insan iyi iş birliği yapabiliyorsa o ilişkide bile güzel bir bağ kurulabilir. Evliliklerde iletişimi bozan bir diğer önemli unsur ise gerçekçi olmayan beklentilerdir. Eşinden karşılayamayacağı şeyleri beklemek bu beklentilerden biridir. Özellikle eşleri ya da ilişkileri başkalarıyla kıyaslamak, evlilikte en sık karşılaşılan tartışma ve kavga nedenlerinden biridir. Ayrıca sabırsızlığın olduğu yerde şükürsüzlük de görülür. İnsanlar küçük şeylerle mutlu olmayı başaramaz hale geliyor. Sahip olduklarının kıymetini bilmek yerine daha fazlasını ister hale geliyorlar. Kapitalist sistemin aileye verdiği en büyük zararlardan biri de budur. Beklenti düzeyini sürekli yükseltiyor.” ifadelerini kullandı.
Güven bir atmosferdir…
Aile içi iletişimde güvenin rolünü ele alan Tarhan; “Güven bir atmosferdir. Tıpkı hava gibi oluşması için uygun şartların sağlanması gerekir. Açık, şeffaf ve dürüst ilişkilerde güven kendiliğinden oluşur. Sevgi, insanları bir arada tutan çok güçlü bir bağdır. Evreni döndüren güç sevgidir denir gerçekten de öyle. Ancak burada önemli olan sevginin niteliği. Bencil sevgiler yani ‘Şunu yaparsan seni severim.’ tarzındaki koşullu sevgiler zarar vericidir. Örneğin bir anne çocuğuna bu şekilde yaklaşıyorsa, çocuk sevgiyi bir baskı aracı gibi öğrenir. Hem sever hem de öfke duyar. Bu da ergenlik döneminde çocuğun aileden uzaklaşmasına yol açar. Empati içermeyen sevgi gerçek sevgi değil. Şartlı sevgi yerine empatiyle beslenen karşılıklı anlayışı içeren bir sevgi gerekli. Bu sevginin adı aslında şefkattir. Anne, baba ve çocuk ilişkilerinde şefkat önemlidir. Ancak karı koca ilişkilerinde şefkat bazen zarar verici olabilir özellikle biri eşini çocuğu gibi gördüğünde. Bu yüzden burada daha önemli olan merhamettir. Merhamet karşı tarafı anlamaya çalışan, onun haklarını ve ihtiyaçlarını gözeten bir sevgidir. İlişkilerde sadece sevgi değil saygı da çok önemlidir. Sevgi bir suysa saygı onun kabıdır. Bazı toplumlarda saygı korkuya dayanır. Bu otoriter yapıların ürünü. Oysa gerçek saygı empatiyle beslenen saygıdır. Bunun adı nezakettir. Nezaket, saygının daha gelişmiş bir halidir incitmemeye özen gösteren bir tutumdur. Bu nedenle bir anne baba, evde güvenli bir ilişki ortamı oluşturmak istiyorsa ilişkide kuralların net ve açık olması gerekir.” şeklinde konuştu.
“Özgüveni düşük kişiler maske takarlar”
Özgüveni düşük ve narsist kişilerin sosyal ilişkilerde sıkça maske taktığını söyleyen Tarhan; “Özgüveni düşük kişiler maske takarlar. Kendisiyle barışık olmayan kişiler maske takarlar. Çünkü gerçek kişilikleri görünürse değersizleşeceklerini düşünürler. İçi dışı bir olan, açık ve dürüst kişilerin maskeye ihtiyacı yoktur. Yalan söylemezler mesela. Yalan söyleyen kişiler maske takarlar. Yalanı, hak arama ya da hedefe ulaşma yöntemi olarak gören, amaca ulaşmak için her şey caizdir diyen kişiler maskelidir. Bu kişiler maskeleri sayesinde birçok insanı aldatabilir, yanıltabilirler ama bu uzun sürmez. Gerçekler er geç ortaya çıkar. Hele ki yakın ilişkilerde yalan eninde sonunda ortaya çıkar. Bir, iki, üçüncüde muhakkak çıkar ve güven hemen sarsılır yerlere düşer. Bu nedenle maske takan kişiler yalanı normalleştirirler, çıkar odaklı davranırlar. Özgüveni düşük olan kişiler genelde maskelidir. Narsist kişiler ise çok daha fazlasıdır. Onlar için hak duygusu yalnızca kendilerine yöneliktir. Kendilerini özel, önemli ve üstün görürler. Mükemmeliyetlerine zarar verecek her şeyi tehdit ve düşman olarak algılarlar. Ufak bir eleştiriyi bile tehdit gibi değerlendirirler. Hemen düşmanca tavır sergilerler. Bu kişiler toksiktir. Amaca ulaşmak için mağdur rolü bile oynarlar. Oldukça mütevazı gibi davranırlar ama hedeflerine ulaştıklarında tamamen değişirler sizi yok sayarlar. Bu nedenle bu tür toksik kişilerle ilişkilerde dikkatli olunmalıdır.” dedi.
“Önemli olan ben kalarak biz olabilmek”
Tartışmaların hakikati ortaya çıkarmak için yapılabileceğini söyleyen Tarhan; “Evlilikte fırtınalara fırsat vermek gerekiyor. Yani zaman zaman yaşanan çatışmalar da evliliğin bir parçası. Mesela bir kayığa bindiğinizi düşünün. Taraflardan biri kayığı sallıyor. Eğer diğer taraf da aynı şekilde karşılık verirse kayık devrilir. Akıllı olan taraf diğerine o an bir söylenme hakkı tanır. Fırtına geçtikten sonra sakin bir şekilde ‘Ben evliliğimizin iyiliği için sana katlanıyorum ama bu yaptığın doğru değil.’ der. Bu söz bile tartışmaya girmeden söylenebilir. Gerekirse kişi diğer odaya geçerek bir süreliğine kendini geri çeker. Bizim kültürümüzdeki hicret anlayışının bir yansımasıdır bu. Eğer taraflar birbirini o anda düzeltmeye kalkışırsa işin içine ego savaşları girer. Bu yüzden gerginlik ve duyguların yükseldiği anlarda sorunları konuşmak doğru değildir. O anlarda konuşulanlar genellikle güç savaşına dönüşür. Eşler birbirini domine etmeye çalışırlar. Oysa tartışmalar, hakikati ortaya çıkarmak için yapılmalıdır. ‘Evliliğimizin iyiliği için ne yapabiliriz?’ diye düşünmeliyiz. Burada önemli olan ben kalarak biz olabilmektir.” ifadelerini kullandı.
“Emek vermeden istediklerine ulaşan çocuklar serada yetişen çiçek gibi olur”
Çocuklara sorumluluk duygusunun öğretilmesi gerektiğini belirten Tarhan; “0-6 yaş arası çocukluk dönemi kişiliğin temelinin atıldığı en kritik dönemdir. Bu yaşta çocuk, soyut kavramları henüz öğrenemediği için anne ve babasını kahramanı olarak görür. Ahlaki ölçüleri, doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü, faydalıyı faydasızı ailesinden öğrenir. Nörobilimsel veriler de kişiliğin temellerinin 0-6 yaş arasında atıldığını gösteriyor. Bu dönemde çocuğun kırılgan olması ona yeterince sorumluluk verilmemesinden kaynaklanır. Her şeyin altın tepside sunulduğu, emek vermeden istediklerine ulaşan çocuklar, serada yetişen çiçek gibi olur. En ufak fırtınada kırılır ve dağılırlar. Çocuğun hayata dayanıklı bir birey olması isteniyorsa küçük yaşlardan itibaren sorumluluk verilmelidir. Odasını toplamak, dişini fırçalamak, annesine evde yardım etmek, babasına dışarıda destek olmak gibi görevler çocuğun güçlenmesini sağlar. Sorumluluk alan çocuk kendi gemisinin kaptanı olur. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenir. Psikolojik dayanıklılığa sahip kişiler zorluklar karşısında dirençli kalabilirler. Çocuğun bu şekilde dirençli yetişmesi için, küçük yaşta hem duygusal hem zihinsel kaslarının gelişmesi gerekir. Sadece fiziksel kaslarını geliştirmek için spor yapmak faydalı olsa da asıl önemli olan zorluklara karşı içsel dayanıklılık kazanmasıdır.” şeklinde konuştu.
“Çocuğumuza değer kazandırmak istiyorsak önce biz o değeri yaşamalıyız”
Değerleri trafikteki levhalara benzeten Tarhan; “Değerler konferansla, vaazla öğretilmez. Çocuğunuzu karşınıza alıp her gün kahvaltıyı bir hayat dersine çevirmek çok daha etkilidir. Değerler ancak hayatın içinde öğrenilir. Değerler, insan için trafik levhaları gibidir. Nasıl ki levhalar trafikte doğru yolda kalmamızı sağlıyorsa, değerler de insanın hata yapmadan hedefine ulaşmasına yardımcı olur. Çocuğumuza şu üç şeyi öğretebilirsek, bu ona güçlü bir değer temeli sağlar. ‘Emeğinle kazan. Değerlerin olsun. Onurunla yaşa.’ Bu kadar basit. Emeğiyle kazanan bir çocuk kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenir. Sürekli başkalarına yaslanmaz. Güçlü durur, kırılganlığı azalır. Bu nedenle, çocuk için uğrunda emek verilecek hedefler belirlemek çok önemlidir. Anne baba olarak değer aktarımında bulunmak istiyorsak önce değer içerikli eğitim vermeliyiz. Örneğin, çocuğa dürüstlüğü öğretmek istiyoruz diyelim. Saatlerce dürüstlük hakkında konuşsak da çocuk sadece dinler, belki saygı duyar ama o değeri içselleştiremez. Dürüstlük sessiz eğitimle öğrenilir. Günlük yaşamdaki fırsat anlarında, davranışlarımızla, hal ve tavrımızla öğretilir. Bu yüzden çocuğumuza değer kazandırmak istiyorsak önce biz o değeri yaşamalıyız. Anne ve baba çocuğun ilk rol modelleridir.” dedi.
“Bunun için zihinsel bir yatırım yapmak gerekiyor”
İkna, inandırma ve sevdirme yöntemleriyle çocukların eğitilmesi gerektiğini söyleyen Tarhan; “Baskı kültürlerinde yetişen çocuklar genellikle iki şekilde gelişir. Birincisi dışarıdan bakıldığında sessiz, sakin ve itaatkar görünür. Ancak şartlar değiştiğinde anne babasını saymayan, içten içe öfkeli bir çocuk ortaya çıkar. Bu nedenle aile içindeki ilişkilerde çocuğu baskılamak özellikle günümüz koşullarında çok daha risklidir. İki farklı yöntemle çocuk eğitilebilir. Baskı, tehdit, korkutma ve sindirme ile takdir, övgü, ikna ve inandırmayla. Günümüzün yöntemi kesinlikle ikincisidir. 100-200 yıl önce, dayak cennetten çıkmadır anlayışıyla çocuk korkutarak eğitilebiliyordu belki. O dönemde toplum daha kapalıydı, çocuklar yaramazlık yapsa bile sınırlar daha netti. Şimdi dünya dijitalleşti, kötülük her yerden ulaşılabilir hale geldi. Bu çağda artık çocuğu korkutarak değil gönüllü bir şekilde itaat ettirmek gerekir. Bu da ancak ikna ederek, inandırarak ve sevdirerek olur. Eğer çocuğunuza dürüstlüğü, çalışkanlığı, hedef sahibi olmayı öğretmek istiyorsanız önce ‘Ben çocuğuma bunları nasıl öğretebilirim?’ diye sormanız lazım. Bunun için zihinsel bir yatırım yapmak gerekiyor. Her genç değer görmek, önemsenmek, adam yerine konmak ister. Bir çocuk ailesi tarafından değerli hissettiğinde, o ailenin değerlerini içselleştirir. Böyle olursa korkmanıza gerek kalmaz. Çünkü o artık sizi dinleyen değil sizi anlayan bir bireydir. Anne baba ile çocuk arasında yaşanan çatışmalarda çoğu zaman kaybeden büyükler olur. Bu nedenle savaşa girmeye gerek yok.” ifadelerini kullandı.
“Gücümüzün yettiği şeyler var yetmediği şeyler var”
Elazığ depreminin bıraktığı etkilere değinen Tarhan; “Türkiye bir deprem bölgesi. Bunu kabul etmemiz gerekiyor. Toplum olarak kültür olarak depreme karşı bir zayıf tarafımız var. Depremden sonra mesela müthiş bir yardımlaşma oluyor. Tırlar adeta yarışmıştı Kahramanmaraş’a yardım göndermek için. Herkes birbiriyle yardımlaşıyor, bu çok güzel bir şey. Fakat bundan daha önemli bir gerçek var. Depremden önce risk yönetimi yapabilmek, depreme hazırlık yapabilmek. Eğer evin güvenliyse, sağlam bir yapısı varsa ve sen de önlem aldıysan bu noktada artık insanın kontrol edebileceği ve edemeyeceği şeyler devreye giriyor. Gücümüzün yettiği şeyler var yetmediği şeyler var. Psikolojide buna radikal kabullenme diyoruz. Yani insan değiştiremeyeceği bir durumla karşılaştığında, ‘Evet bunu değiştiremiyorum gücüm yetmiyor.’ deyip kabullenmeli. Bu durum sadece Elazığ için değil Türkiye’nin her yeri için geçerli. Coğrafi olarak, volkanik yapı bakımından da böyleyiz. Çünkü biz doğaya hakim değiliz ki. Doğanın patronu biz değiliz. Böyle durumlarda dünya denizse biz de o denizde bir gemiyiz. Kaptansız bir gemi olmaz. Maneviyatı güçlü olanlar, sağlam bir inancı olanlar bu durumu daha kolay karşılayabiliyor. Biz zaten deprem sonrası travma sonrası büyüme ölçekleri yapıyoruz. Görüyoruz ki, maneviyatı güçlü insanlar olaylara karşı daha dirençli oluyor. Bu konuda sağlam inancı olan insanlar daha şanslı diyebiliriz.” şeklinde sözlerini sonlandırdı.