Fatih Sultan Mehmed’in annesi Hüma Hatun’la başlayalım isterseniz. Belki de çocukluğunun en önemli figürü ama oğlunu nasıl yetiştirdiğiyle ilgili yeterli kaynak yok ne yazık ki! Fatih’in karakteristik özelliklerinden yola çıkarak böyle bir liderin annesi nasıl biri olabilir sizce?
Bir liderin kişiliğini analiz ederken özgeçmişi, çocukluk dönemi, yetiştirilme biçimi, anne-baba modelleri, bir de yakın çevresi ve arkadaşlarının onun hakkındaki kanaatleri önemli. Ayrıca geleceğe nasıl bakıyor, nasıl bir vizyon oluştur - muş, eylem ve uygulamaları arasında paralellik arz eden bir liderlik sergilemiş mi, bunları da göz önünde bulundurmak gerek. Konumuza gelirsek Fatih’in hiperaktif bir çocuk olduğu görülüyor. Zekâyla birlikte hiperaktivite fazlaysa ve bu sevimli tipler iyi yönetilirlerse çok iyi birer lider oluyorlar. Zeki ama dikkatini yönetemiyorsa aceleci, sabırsız, kurallara gelemeyen, yaramazlığıyla meşhur, aykırı davranışları olan bir kişilik çıkıyor ortaya. Fatih’in bu anlamda sıra dışı bir çocukluğu var. Hatta çocukluğunda kontrol altına alınamadığı için gür sesli, otoriter görünümlü Molla Gürani’nin hoca olarak özellikle seçildiği; sopadan çok, ehlîleştirici kişiliğinin Fatih’i etkilediği bilinir. Burada anne ve baba figürünü ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Hiperaktif çocuklar sevgi fazlalığıyla büyümüşse bu gevşek disipline sebep oluyor. Çocuk ben-merkezci oluyor, aşırı özgüveni oluyor, hükmetmeyi seviyor, baskın bir karakter ortaya çıkıyor. Burada daha çok anne çocuğa sevgi veriyor, baba güven verici bir rol oynuyor. Fatih’in annenin sevgi odağı yapılarak büyütülen bir çocukluk geçirdiğini söyleyebiliriz. Hatta 2-3 kişinin verebileceği bir sevgi söz konusu. Bunun yanında idealler aşılanarak büyütülmüş olmalı. Zaten Osmanlı, şehzadeleri idealist yetiştirme konusunda hassastır. Fatih’in burada yaşıtlarına göre farklılığı dikkat çekiyor.
Nasıl bir farklılık bu?
Mesela Molla Gürani özellikle seçilerek getiriliyor. Diyarbakırlı, Şafî mezhebinden. Fatih padişah olduktan sonra Molla Gürani’yle yemek yerken Molla Gürani devlet parasına haram karışıyor diye sürekli söylenirmiş. Bir seferinde aynı tabaktan yemek yiyorlar. Fatih diyor ki ‘bak, devlet parasına haram karışıyor diyorsun, fakat sen de benim tabağımdan yedin’. Molla Gürani, ‘benim taraf helal, senin taraf haram’ diye cevap veriyor. Bir seferinde de tabağı çevirip kendi yediği tarafı onun önüne getiriyor ve ‘haram taraf sana geçti’, diyor. Molla Gürânî de ‘sen önündeki haramları bitirdin, helalleri bana verdin’ diye cevaplıyor. Bu şekilde haram helal hassasiyetini dile getiriyor. Aralarında 22 yahut 26 yaş fark var. Fatih 12 yaşındayken, 34 veya 38 yaşında ona hocalık yapmış oluyor. 80 yaşında vefat eden Molla Gürani hem Fatih’e, hem de oğluna şeyhülislamlık yapmış. Molla Gürani’nin Fatih’te süperego gibi bir rolü var. Yani yanlış yapmasını önleyecek bir rol üsteniyor. Genellikle Fatih’in manevî lideri Akşemseddin diye söylenir. Akşemseddin tasavvuf ehli olduğu için fetihten sonra Göynük’e uzlete çekiliyor. Molla Gürani ise Fatih’in vicdanını temsil ediyor ve bu yönüyle onun hata yapmasını engelleyici bir yönü var. Akşemseddin de Molla Gürani de Fatih’in hayatında derin izler bırakmış kişiler. Burada ilginç bir husus var: Sultan II. Murad âlimlere çok meraklı. Şam’dan, Kahire’den âlimleri Bursa’ya getiriyor. Molla Gürani’nin arkadaşı Molla Hüsrev, İstanbul’da türbesi olan çoğu âlim o dönemde davet edilmiş. Babası ilme karşı bir sevgi aşılamış Fatih’e; sadece naklî ilimler değil, aklî ilimler de öğretilmiş. Mesela Molla Gürani mantığa ve Aristo felsefesine hakim biri. Bunları Fatih’e öğretmiş olma ihtimali çok yüksek. Aldığı ilim burada bir vizyonun oluşmasına neden oluyor.
Fatih genelde İskender ve Napolyon’la karşılaştırılır. Sizce liderlik ve karakteristik özellikleri açısından var mı böyle bir benzerlik?
Fatih’in liderliğinde anne tarafından 2-3 kişilik sevgi alarak, baba tarafından da iyi bir tahsil görerek büyütüldüğü görünüyor. Hocaları tarafından da bir vizyon kazandırılmış. 1453 niye çağ değiştiren bir tarih oldu? İstanbul fethedildiği için olmadı, aslında birçok sosyolojik kavram değişti o çağ değiştirmede. Daha önce Avrupa’da kalelerin, surların içi derebeyleri için güvenli alandı. İstanbul’un fethiyle birlikte işte bu egemenlik algısı değişti, surların yıkılabilir olduğu anlaşıldı. “Surların arkasındaki egemen olur” inancının değişmesiyle Ortaçağ’da burjuva sınıfı ve krallıklar ortaya çıktı. Sonrasında Rönesans ve Reform dönemini başlatan, fetihle birlikte surların yıkılabilir olmasıdır. Fatih o dönemin en iyi teknolojisini kullandı, Macar usta Urban’ı getirtti, top döktürdü, fetih fikriyle yattı kalktı. İstanbul’un fethi onun için Kızıl Elma olmuştu. Osmanlı ailesi için, diğer Osmanlı padişahları için de öyle ama Fatih’te bu istek bir tutku halini almıştı. Ya İstanbul, ya ben noktasında! Bu aslında iki tür kişilikte gözlenir: yüksek idealleri olan kişiler ve idealleri için kendini feda edebilecek kişiler. Yüksek idealleri olanlarda genellikle şehitlik şeklinde kendisini gösterir. Böyle kişilikler ölümü göze alırlar idealleri uğruna. Napolyon ve İskender böyle. Fakat onlarda yüksek ideal hedefine ulaşmak değil de başarısız olma korkusu harekete geçiyor. “Başarısız olmaktansa yaşamayayım daha iyi” düşüncesi hâkim. İskender Hindistan’a kadar gidiyor, başarısızlığı kabul edemiyor. Onun annesi de 2-3 kişilik sevgiyle büyütmüş onu ama İskender’de baba nefreti vardı. Fatih’te onu görmüyoruz; anneyi fazla seviyor, babaya da hayranlık var. Ve babanın eğitim ideallerine uygun bir yol çiziyor. Napolyon ve Hitler de ya başarılı olacağım ya öleceğim noktasında. Hitler başarılı olamayınca intihar etmiş. Fatih’te böyle bir ümitsizlik yok.
Peki Fatih’te bu hırslı liderlerden farklı olan şey neydi?
Fatih’te de yüksek idealler var ama bunu egosunu tatmin için yapmıyor. Vizyonuna dinî bir motivasyon koymuş; Hz. Peygamber’in (sav) müjdesine ulaşmak… Bu motivasyonu hem Molla Gürani, hem Akşemseddin, “Hz. Peygamber’in müjdesine sen layıksın” diye sürekli işlemişler. Rüyalarına girecek derecede bunun etkisinde kaldığını ve bu hedefe layık olma konusundaki idealizmi görüyoruz. Fatih’i Fatih yapan idealizmidir. Başta da dediğim gibi bu yaramaz ve hiperaktif çocuğu büyütmek çok zordur. Böyle bir durumda babanın, şımarıklığa dönüştürmeden disipline edecek bir eğitim verebilmesi önemlidir. Bu anlamda Fatih’in eğitiminin II. Murad’ın büyük bir başarısı olduğunu, ayrıca anne-baba uyumunun var olduğu bir çocukluk dönemi geçirdiğini söyleyebiliriz.
12’sinde geçtiği tahttan kısa bir süre sonra indirilerek babası II. Murad’ın yeniden tahta geçirilmesi onun çocuk ruhunu nasıl etkilemiş olabilir? Kırılan onurunu, yaşadığı kimlik krizini nasıl tamir etti?
12 yaşındaki bir çocuğun hem de babası hayattayken sultan yapılması sıra dışı bir durum. Baba neden böyle bir şey yaptı? diye düşünmek lazım. Çocuğun geleceğini parlak görüp bunu bir şekilde denemek istemiş olabilir. Fatih’in özgüvenli çıkışları üzerine ‘bir denesin bakalım’ diye ona bir fırsat tanımış olabilir. Nitekim sorumluluk aldığı zaman daha çabuk olgunlaşır insan. Olgunlaşmasını hızlandırmak için babasının onu eğitim amacıyla tahta geçirme ihtimali daha yüksek görünüyor. Yoksa devletin geleceğini çocuğa emanet ederek bir maceraya atılmak söz konusu değil. Çocuğu geleceğe hazırlamak için onda bir yetenek görmüş olmalı. Öte yandan riskli ve sorumsuz davranışları var Fatih’in. Bu davranışları küçük yaşta pişsin, nasılsa yanında kıdemli bir sadrazam var diyerek, devlet işlerini sorumluluk alarak öğrenmesi için tahta geçirmiş olabilir oğlunu. Yarı yüzme bilene, denize atarak yüzmeyi öğretmek gibi. Böyle bir durum Fatih’te muhakkak sarsıntı etkisi yapmıştır. 12 yaşında sultan oluyorsun, 2 yıl kalıp indiriliyorsun, 5 yıl sonra tekrar tahta çıkıyorsun. Bu durum babanın ona böyle bir mesuliyetin üstesinden geleceğiyle ilgili fazla güvendiğini de gösteriyor. Aşırı hareketli, her tarafa el atmaya çalışan çocuklara böyle fırsatlar verilirse çocuğun yetenekleri daha iyi gelişir. Kendi çözümünü kendi üretir. Büyük ihtimalle II. Murad ondaki atılganlığı, girişimciliği, ataklığı gördü; pişmesi için kendisi hayattayken böyle bir şey denedi ve çıkması gerektiği zaman tekrar tahta çıktı. Malum mektubu da Çandarlı’nın yazdığı söyleniyor.
O halde II. Murad’ı tahta geçmeye çağıran o mektubu böyle atak ve cesur ruhlu birinin yazması pek de mümkün görünmüyor, öyle değil mi?
Çandarlı Halil Paşa’nın Fatih’ten habersiz böyle bir mektup yazabilmesi çok zor. Onun iznini alarak yazmış olabilir ama böyle bir durumda Fatih’in yıkılmaması önemli. Depresyona girip bir kenara çekilebilir, dünyadan el etek çekebilirdi. Kendine güveni olmayan bir kişi ortaya çıkabilirdi. Ancak böyle bir travmadan ders çıkardı o. Bu olayı hayatında kazanıma dönüştürdü. Bunlar dayanıklılık eğitimi oluyor. Diyebiliriz ki, psikolojik sağlamlık ve dayanıklılık eğitimi vermiş babası. Böyle bir durumda ilginç olan, Çandarlı’nın tutumunu bildiği halde onu bir anda harcamıyor Fatih. Ben sultan oldum, diye yol vermiyor. Onun ordudaki etkisini akıllıca, istediği şekilde değerlendiriyor; kendi lider - lığını, bu psikolojik üstünlüğünü ona hissettiriyor. 20 yaşında bunu yapabilmesi özgüveni yüksek, idealleri olan ve sağlam muhakeme ile hareket eden biri olduğunu gösterir. Genellikle böyle kişilik yapılarında çocukluğu havai geçen, düşünmeden hareket eden, aklına ilk geleni yapan, son duyduğuna inanan kişi katiyen liderlik yapamaz. Çok hata yapar. Dur, düşün, muhakeme et, ondan sonra harekete geç düsturuyla hareket etmeli. Böyle bir istişare gelenekte oluşmuş zaten. Divan geleneği var. Birçok karar divanda müzakere edilerek veriliyor.
Fatih’in karakterinde en çok öne çıkan özellik nedir sizce?
Şu bir gerçek: İstanbul’un fethinde başarısız olsaydı liderliği bitecekti. Büyük bir risk bu. Liderlik cesaret ister. Napolyon da cesurdu ama birçok savaşı kaybetti. Cesaret tek başına yetmiyor. Cesaret ile adaletin dengesini kurması lazım. Fatih’in hayatına baktığımızda cesaretle adaleti gözettiğini, adaletle hükmetme güdüsü - nün yüksek olduğunu görüyoruz. Mesela bir rivayete göre İstanbul’un fethinden sonra iki papaz örneği vardır. Hapisten çıkmayan iki papaz var, ‘Biz dünyayı terk ettik, çıkmayacağız’ diyorlar. ‘Niye?’ diye soruyor; ‘bu dünyada adalet yok, ahlak yok, yaşanılmaz’, diyorlar. O da merak ediyor Hıristiyan olup da bu derece adalet ve ahlakı önemseyen kişileri. ‘Dolaşın’ diyor onlara, Bursa’ya, İznik’e gönderiyor. Oradaki bazı örneklere bakınca papazlar hayret içerisinde kalıyor. Yahudilerin at alışverişi, İznik’teki olayları kadıların adaletle çözdüğünü, halkın ahlak anlayışını görüyorlar. Döndüklerinde ‘ne düşünüyorsunuz?’ diye soruyor Fatih. ‘Böyle bir adaletin olabileceğini hayal etmiyorduk’, diye cevap veriyorlar. Hatta Fatih’teki Hıristiyanların bile daha temiz, daha dikkatli olduklarını söyleyip ‘onları bile etkilemiş - siniz’ diyerek Müslüman oluyorlar. Hz. Ali’nin (ra) bir sözü var, ‘adalet devle - tin dinidir’, diye. Osmanlı adaleti devletin dini yapmış ve bunu en yüksek derece - de uygulayanlardan biri de Fatih olmuş. Adaletli bir yönetim olduğu zaman insanlarda güven oluşuyor. Adaletli bir liderim var, adaletli bir yöneticim var dediği zaman insanlar, sürpriz bir haksızlıkla karşılaşmayacakları için güven oluşu - yor. Bu sayede ticarî cesaret, sermaye hareketliliği, ekonomik hareketlilik, diğer bütün sosyal hareketlilik artıyor; devletin hızla gelişiyor. Adalet duygusu devletin temel güven duygusunun oluşmasında önemli. Bunu Fatih’in vizyonunda görüyoruz. Onun için çok ihanete uğramamış. İhanete uğrayan liderler, adaleti gözetmeyen liderlerdir çoğu zaman. Bana adil davranmayacak deyip elindeki gücü haince kullanır karşısındaki. Lider bana karşı adaletli davranır derse ihanet planı yapmaz. Fatih adaletle cesareti birleştirdiği için hainler uçta kalmış. Osmanlı’nın kuruluşunun temelindeki adalet duygusunun devletin uzun süre ayakta kalmasında önemli bir katkısı var. Osmanlı Devleti’nin resmî ideolojisi adaletti. Onu Fatih ciddi bir şekilde yaşadı, yaşattı.
Fatih’in vizyoner kimliğini gösteren örneklere bakarsak, gemileri karadan yürütmesi, Haliç’e gerilen zinciri zorlaması, devasa toplar döktürmesini sayabiliriz. Bugün bile hayal etmekte zorlandığımız bu hamleler açısından Fatih’in psikolojisi hakkında ne söyleyebiliriz?
Bunların hepsi birer keşif. Mesela havan topu projesi çizmesi bu yüksek ideallerle keşif gücünün buluşmasına örnektir. Keşfedici düşüncenin üç safhası vardır: 1) Kişinin hayal kurmayı sevmesi lazım. Keşfe sebep olan zekâ değil, hayal gücüdür. 2) Hayal gücünün çok geniş ve belli bir amaca yönelik olması lazım. 3) Kuluçka dönemi. Hiç ummadığın bir yerden parlak bir fikir gelir aklına. Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini hamamda bulması, Newton’un yerçekimini bir elma ağacının altında bulması gibi. Fatih de fetihle yatmış, fetihle kalkmış. Fethe yüksek bir yoğunlaşmaya sahip. Böyle durumlarda bir şeyi çok şiddetli arzulayınca sanki dünyevî bir yardım geliyor insana. Mesela Benzen halkasının bulunması hikâyesi vardır. Adam kimyacı, uğraşıyor uğraşıyor, bir türlü formülün nasıl oluştuğunu bulamıyor. Karbon, oksijen, hidrojen dizilimini çözemiyor. Sonra bir rüya görüyor, iki yılan birbirine sarılmış. Benzen halkasında da yılan gibi bir dizilim olursa organik maddenin inorganik maddeye dönüşeceğini buluyor. Fatih için de rüyanın gücü söz konusu. Tabii o dönemde toplumun kültürü, ruhu, sosyal rüzgârlar da Fatih’e hizmet etmiş. Toplum buna layık olduğu için Fatih gibi bir lider hak etmiş o zamanın insanları; Fatih de bu vizyonu en iyi şekilde karşılamış. Toplumda karşılığı olan bir Fatih var. Kosova’ya kadar alınmış, İstanbul olgunlaşmış bir meyve gibi gelmiş. Böyle bir durumda ama surları yıkmak mümkün değil! Artık olgunlaştığı için son bir hamle gerekiyordu, o da belirttiğiniz teknolojik hamlelerdi. Şu anda millî eğitimimizde din ve fen bilimlerin sentezini yapmamız lazım ki Osmanlı’nın kaçırdığı endüstri devrimini tekrar yakalayabilelim. Fatih’in vizyonu olsaydı Osmanlı endüstri devrimini kaçırmazdı. Fatih’in medrese eğitimi vizyonunu ön plana çıkarsaydık medeniyette, teknolojide ve ekonomide üstünlüğümüzü kaybetmezdik.
Fatih’in seferlerden önce en yakınlarını bile haberdar etmediğini biliyoruz. Hatta bir kazasker Nereye sefere çıkıyorsunuz? diye sorunca “Eğer bunu sakalımın tellerinden bir tanesi bile bi - liyor olsa idi derhal koparır yakardım” dediği rivayet edilir. O kadar temkinli, ser verip sır vermeyen biri. Bunu nasıl okuyabiliriz?
Bu yine aldığı eğitimle ilgili. Askerî eğitimde istihbarat ve karşı istihbarat çok önemlidir. Lideri lider yapan şey stratejik hedefinin olmasıdır. Stratejik hedefe yönelik ataklar yapması ve bununla ilgili doğru bir yol haritası çizebilmesidir. Bir hedef koyduktan sonra devamlı istihbarat toplamak ister. Karşıdan gelebilecek, bilgisini bozabilecek şeye karşı temkinli olması gerekir. Fatih’in bu tutumu onun paranoya derecesinde istihbarata önem verdiğini gösteriyor. Bu da liderlikte çok önemli bir özellik. Askerî liderlik, siyasî liderliğe göre farklıdır. Askerî liderlikte istihbarat daha önemlidir. Anne - lik-babalıkta, ailevî liderlikte açık ve şeffaf olmak daha önemlidir. Onun için Fatih’inki askerî liderliğe daha uygun bir davranış. Bu da kararlılığın göstergesi. Dikkat ettiyseniz Acaba? demiyor. Karar vermiş, üzerine yürüyor. Karşı fikir getirip de değiştire - bilme tereddüdü yok. Liderlikte üç şeyin birleşmesi önemli; 1) idealizm, 2) aktivizm, 3) realizm. Fatih’te idealizm üst seviyede, aktivizm kendini ve orduyu harekete geçirme şeklinde, realizm de gerçekçi olup hayalci olmamak şeklinde var.
Fatih ilk ve ikinci saltanat dönemleri arasındaki 5 yıllık sürede güvendiği hocalarının yardımlarıyla tarihte yaşamış başarılı liderlerin biyografilerini araştırmış. Hz. Süleyman, Hz. Davud, İskender, Alaaddin Keykubat gibi dinî ve millî liderleri incelediğini biliyoruz. Model alma çerçevesinde bu çabayı nasıl yorumlarsınız?
Akıllı insan başkalarının tecrübelerinden faydalanır. Bunun için de tarihi iyi bilmesi gerekir. Tarih bilgisi Fatih’in eğitiminin bir parçası. Liderlik konusunda yetiştirilmiş. Müthiş bir bilgisi var. Örneklerden faydalanmış olması ve kardeş katliyle ilgili yasayı çıkarması çok manidar. Devleti imparatorluk yapma vizyonuyla hareket etmiş. Osmanlı’yı Roma gibi yapma vizyonu var. Onun için farklı kültürlere ve dinlere çok açıkmış. Mesela Fener Patrikhanesi’ni Ortodoks sembolü gibi tutmuş. Bosna’da çeşmelerin başında Sırp kızları varsa askerler orada durmayacak, onlara bakmayacak diye ferman yayımlıyor. Bu hareketi Bosna halkı üzerinde müthiş bir güven oluşturuyor ve Boşnaklar kendiliğinden Müslüman oluyorlar. Fatih’in âdil bir sultan olarak bilinmesi güven ortamını oluşturuyor, tebaası ona daha çok inanıp bağlanıyor. Bir de çok ümitvâr bir lider. Bir liderin ümitsizliğe düşmemeyi her hâlükârda başarması lazım. Mesela kuşatmanın 40. günü civarında fetihten vazgeçebilirdi. Çünkü şartlar bayağı zorlanmış ama o hiçbir şekilde ümidini kaybetmiyor. Başarı beklentisi ve ümit duygusu bütün kapasitesini sonuna kadar kullanmasını sağlıyor. Çığır açmış kişilikler böyledir; iyimserdirler ve ümit duyguları yüksektir. Amaçlarına yönelik her türlü riski alabilirler. Riski seven bir liderlik de var. Ama hesaplanabilir risklere girmesi lazım liderin. Mesela Napolyon hesaplanamaz risklere girdiği için birçok savaşı kaybetti ama Fatih’in daha temkinli bir liderliği var. Risk yönetimini daha iyi beceriyor. Bu anlamda geçmişteki liderlerin hayatını okuyup örnek alması, aslında beklenen bir hareket.
Anna Freud’un şöyle bir cümlesi var: “Ergenlik döneminde görülen entelektüel soyut düşünce çabaları, tartışmaları ve ergenlerin bu konuda istekli ve arzulu oluşları gerçeklikle ilgili birtakım sorunların çözümüyle ilgili aktiviteler olmayıp içgüdüsel süreçte oluşan bir içsel gerginliğin soyut düşünceye taşınmasıdır”. Fatih bu sözün tersini temsil ediyor sanki. Kanın en deli aktığı o dönemde hayallerini soyut düşünce olarak bırakmamış. Olağanüstü bir çabayla hayata geçirebilmiş.
Ergenlik dönemindeki davranış bozukluklarını açıklamak için söylenmiş bir söz bu. Özellikle erken ergenlik döneminde ben kimim, nereye aidim, nereye yönelmeliyim? sorularını sorar insan. Bir ergen kimlik kargaşası yaşar; o kargaşa içerisinde hem kendisini, hem de kültürel, cinsel, sosyal kimliğini ve bulunduğu ortamı sorgular. Bunun biyolojik boyutu da var. O yüzden “deli kanlı” denir. Hatta bazı psikoloji ekolleri “normal şizofrenik dönem” der. Yani bir ergenin yaptığı davranışları 40 yaşında bir adam yapsa hasta, rahatsız, şizofren dersin. Öyle çıkışlar, öyle hayaller… Ama bu ergen için doğal bir davranıştır. Bir hadis-i şerif şöyle der: “Ergenlik deliliğin bir şubesidir.” Fatih’in de ele avuca sığ- mayan, hatta sarkastik bir kişiliği varmış. Ergenlikte egosu yüksek diyebileceğimiz, kafa tutan bir kişilik özelliği var. Böyle bir kişiliği olan biri, ergenlik çağını gürültülü yaşar. Muhtemelen biraz da babasından ötürü sorumluluk duygusu zor gelişmiş. Özgürlük ve sorumluluk arasındaki dengeyi kursun diye de daha çok sorumluluk verilmiş. Bir anne 20-21 yaşlarındaki çocuğunu getirmişti bana. Çocuk üniversite öğrencisi ama elinde sürekli telefon, tablet, bilgisayar… laylaylom sorumsuzca yaşıyor. Kıvranıyor kadın. “Yahu ben böyle bir çocuk yetiştirmedim, ben böyle olsun istemedim, yüksek hedefler, idealler koydum; Fatih Sultan Mehmed gibi olmasını istedim, hep onu işledim beynine ama olmadı işte” diyor. Fatih de idealist yetiştirilmiş ama biriyle kıyaslayarak değil. Bu zamanda Fatih gibi olamazsın, rasyonel bir şey değil bu. Bu gencimiz de ‘nasıl olsa ben Fatih gibi olamıyorum’ deyip bırakmış kendini. Hâlbuki mevcutların en iyisi olmaya çalışmak lazım. Fatih de o dönemdeki mevcutların en iyisi olmaya yönlendirilmiş. Anne, baba ve hocanın ortak eğitimle büyüttüklerini, ele avuca sığmayan bir çocuktan çok iyi bir lider ortaya çıkardıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zamanın şartları da bu işbirliğinin meyve vermesini sağladı.
Fatih’in Bizans elçisine, “Efendilerinize söyleyin, şimdiki Osmanlı padişahı öncekilere asla benzemez, benim iktidarımın ulaştığı yerlere onların hayalleri bile yetişememiştir” dediği rivayet edilir. Bu cümleden hareketle Fatih’e bir psikanaliz uygulasak nasıl bir sonuca ulaşırız?
Burada psikanaliz ekolü açısından baksak “baba kompleksi” deriz. Babasıyla çatış- ması var, babasından daha başarılı olarak kendi egosunu tatmin edecek. Sadece psikolojik dinamiğe indirirsek babasını rakip görüyor, ileriki yaşlarda ben babamdan üstünüm demek için böyle bir yola giriyor deriz. Böyle bir psikodinamik açıklaması var fakat pek de bilimsel bir yaklaşım değil bu. Fatih yüksek ideallerle yetiştirilmiş bir kimse. Ona sadece somut idealler verilmemiş, sadece cihangirlik duygusuyla da yetiştirilmemiş. Öyle olsaydı eski Türklerdeki gibi olurdu. Küçük bir devlet olurdu, benim olsun derdi, kendi küçük devletinin lideri olarak hayatını sürdürürdü ama hep kutuların dışında, farklı düşünmüş. Bunun için de farklı açılardan bakabilmiş, zamanını aşan yüksek hedefler koyabilmiş kendisine. Bunlar da bir ayağı yere basan hedefler, tamamen hayal mahsulü değil. Bu da ideallerinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Sorunuzdaki sözde büyüklük iddiası var gibi görünüyor ama aslında özgüvenin işaretidir. Tam güçlülük duygusu deniliyor ona, özgüven yüksekliği olan bir kişinin ifadesi ama bir lider için gerekli bir özellik. Bir liderin, takipçilerini ne yaptığını bildiğine ikna etmesi gerekiyor. Hatta bir liderde olması gereken en önemli özelliklerden biri diyebiliriz.
Fetihten sonra Akşemseddin’in Göynük’e gitmesi, yollarının ayrılması Fatih’in ruhunda nasıl bir etki bırakmış olabilir?
Bu olay Akşemseddin’ in gerçek bir veli olduğunu gösterir. Kalbinde dünya sevgisi olsaydı bir sultan onun müridi olacak ve çoğu şeyi ona yaptıracaktı. Bu sahte şeyhliktir. Demek ki Akşemseddin hakiki mürşidmiş. Fatih’le yollarını ayırarak onun gibi adaletli bir yöneticinin tekkede kalıp kendi şahsî kemâlatıyla ilgilenmesi yerine ümmete hizmet edeceğini düşünüyor. O yüzden belki de içi yanarak Fatih’e hayır diyor. Bu da Akşemseddin’in manevî büyüklüğünü, velayetinin güçlü olduğunu gösteriyor. Fatih de buna saygı duyuyor zaten. Eğer Fatih’i müridi olarak tutsaydı, Akşemseddin bu kadar iz bırakmazdı tarihte. Dünyayı elinin tersiyle itmeyi başarabilmesi bu izi bıraktırıyor. Fatih’i tek başına ele almamak lazım. Fetihten sonra biri “Allah nasip etti de İstanbul’u fethettin ama Allah nasip etmeseydi edemezdin” deyince Fatih biraz celalleniyor, kılıcını gösteriyor, “Bunun da hakkı var” diyor. Kılıç hakkı sözü oradan geliyor. Her şeye hakkını vermek gerekir. Allah’ın hakkı amenna, ama cüz’i iradeyi de inkâr etme diyor ona.
Hacı Bayram Veli’nin Fatih’in İstanbul’u Akşemseddin ile fethedeceği yönündeki sözleri küçüklüğünden beri Fatih’e işlenir. Fatih de onu yanında ayırmaz, fetihte onun teşvik ve yardımından istifade eder. Bunu bilinçaltı süreçleri açısından yorumlayabilir misiniz?
Akşemseddin’in Fatih’e, “Kader senin önünü açtı” dediği rivayet edilir. Kaderin önünü açması öyle bir şey ki insanın hiç tahmin etmediği, öngörmediği şeyler önü- ne çıkabiliyor. Sanki görünmeyen bir el, kişiye yardım ediyor. Akşemseddin, senin liderliğin Allah’ın yardımıyla olan bir liderlik, bunu kendine mâl etme, abinin vefat etmesi bir tesadüf değildi, kader seni buraya getirdi ve sen vazifelisin demek istiyor. Motive etmek için de söylüyor bu sözleri. Kardeşleriyle ilişkileri onun için önemli. Bir de Akşemseddin’ in Hacı Bayram Veli’yle irtibatı var. Hacı Bayram Veli, Sultan II. Murad’a “Benim Köse’yle (Akşemseddin) senin oğlun İstanbul’u alacak” diyor. Bazı insanlar vardır, bir rüya görürler, o rüyanın gerçekleşmesiyle ilgili sürekli plan yaparlar. Fatih de küçük yaştan itibaren bu sözü hayata geçirmek üzere çalışıyor. Buna kendini gerçekleştiren kehanet denir. Burada ona ilham vermiş, teşvik etmiş.
Bir de Hz. Muhammed’in (sav) hadis-i şerifi var. O hadis-i şerifin de büyük bir motive edici özelliği var tabii.
İnsanın şeyhim böyle söyledi, bu iş olabilecek diye inanmasını sağlıyor, onun için sonuna kadar ümitsizliğe düşmeden gidebiliyor. Bir de Fatih’i anlamak için Hz. Mevlânâ’nın, Yunus’un ektiği tohumları da anlamak lazım. Onlar fetret dönemi yaşamışlar 13. yüzyılda. Kimsenin kimseye güveni kalmamış, Selçuklu parçalanıyor, tapınak şövalyeleri, Moğollar her tarafı işgal etmiş, bir evde çocuğu ve koyunu kaçırılmayan yok… Böyle bir dönemde Yunus ve Hz. Mevlânâ çıkıyor ve Anadolu’daki ruhu yeniden canlandırıyorlar. Bu ruh 100-150 sene sonra meyve veriyor. Sosyolojik değişim de o zaman ortaya çıkıyor. Fatih’te dikkat çeken, onun Osmanlı’yı Osmanlı yapan vizyonu, devleti imparatorluk yapmasıdır.
Kanunname’de kardeş katline izin vermesi Osmanlı tarihi açısından devrimci bir uygulama. Bu kararını psikolojik dinamikler açısından nasıl değerlendirebiliriz?
Orta Asya’daki Türklerde baba öldüğü zaman devlet dağılırmış, kurtların liderliğini modellemişler. Kurt öldüğü zaman aile dağılıyor, başka aileler oluşuyor. Sürü yoktur o yüzden kurtlarda, küçük gruplar halindedirler. Osmanlı buna karşı. Özellikle Timur’dan sonra şehzade savaşları olduğu için kardeş evliliği yapmıyorlar. Onun için hep mühtedilerle yahut cariyelerle evleniyorlar. Osmanlıların Müslüman aileden olmayanlarla evlenmeyi gelenek haline getirmelerinin sebebi de bu. Devletin devamı için isyan etme potansiyeli olan bir şehzade varsa katli vaciptir diye ferman çıkarılıyor. Devletin dağılmasının zararı daha büyüktür diye düşünüyorlar. Fatih’in Kanunname’ sinde kardeş katline izin veren yasayı bu bakış açısıyla okumak gerek. Şehzade kavgalarının önünü kesmek için bir korku unsuru olarak koymuş bu yasayı. Burada ileri, stratejik liderlik vizyonunu görüyoruz. Karizmatik liderlik değil! Karizma - tik lider duvara toslayabilir ama stratejik liderler uzun vadeli düşünür, plan yapar ve ne zaman atak yapacağına iyi karar verir. Fatih de stratejik liderlik vasıfları iyi olan bir liderdi. Satranç oynayıp oynamadığını bilmiyorum fakat oynasaydı çok iyi bir siyasî satranççı olurmuş. O dönemde verdiği kararlar bunu gösteriyor…
Derin Tarih / Mayıs 2018
Okunma : 8864