Onu ekranlardan kendine has, naif ve dingin üslubuyla tanıdık. Onlarca kitabıyla hayatlarımızı derinden etkileyen, her zaman insana yatırımı hedef alan ve tüm kaynaklarını bu yönde kullanan özel bir insan. Ülkemizin önde gelen hekimlerinden Psikiyatrist, Nöropsikolog, Yazar ve Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan. Dergimiz için kendisiyle güzel ve keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öncellikle çocukluğunuzdan, gençlik yıllarınızdan bahsetmek istiyorum. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Çocukluğunuz Amasya’da mı geçti? Gençlik döneminiz nasıldı, ergenlik dönemi sorunları yaşadınız mı? Bu dönemi nasıl atlattınız?
Ben şirin bir Anadolu kasabasında, Merzifon'da dünyaya geldim ve çocukluğumu burada geçirdim. Evimiz 600 metrekare bahçesi olan etrafı da yeşilliklerle donatılmış orman bölgesi gibi bir evdi. Yani doğanın çok içinde olan bir evde dünyaya geldim ve büyüdüm. Bahçesinde dut, karadut, kızılcık ve elma gibi meyvelerin; hayvan türlerinin olduğu bir evde büyüdük. Arılarımız da vardı. Tavuklar, ördek, kaz da vardı. Yani müthiş bir çocukluk dönemi böyle bir ortamda geçti. İlkokulu Namık Kemal, Ortaokulu Merzifon Ortaokulu'nda okudum. Doğayla iç içe olan bir çocukluk dönemi geçirdim, diyebilirim.
Lisede Kuleli Askerî Lisesine gittim. O dönemleri hatırladığımda oldukça pozitif, sıcak, mutlu şeyler hatırlıyor ve yaşıyorum. Ergenlik dönemini kapsayan dönemde ise liseyi bitirip üniversiteye gittiğim dönemlerde varoluş sorgulaması yapıyordum. 12 Mart öncesini düşünün… Yani altmış sekiz kuşağı ile 12 Mart arasındaki o en hareketli dönem... O dönemde benim yurdum İstanbul’da Kumkapı’daydı. Beyaz Saray vardı Beyazıt’ta. Bir de Sahaflar Çarşısı vardı. Oralar benim en sık uğradığım, okumaya alıştığım mekânlardı. Gülhane Parkı’na da çok gider, okumalarımı burada da yapardım. Şemsi Paşa Korusu da sık uğrak yerlerim arasındaydı. Birçok dersimi orada çalışmışımdır. Yani yeşil ve doğadan hiç kopmadım. Kuleli Askerî Lisesi de hep ağaçların olduğu bir yer. Arkasında hemen Kandilli var.
Askerî lisede kafam çok karıştı. Zihnimi meşgul eden sorulara cevap arıyordum sürekli… O dönemlerde din karşıtı kişilerin kitaplarını okutuyorlardı. Üniversiteye gidince de varoluşla ilgili araştırmaya başladım. Üniversite sınavı ile Cerrahpaşa’ya başladım. Bir taraftan Kuleli’de derslerime çalışıyordum ama bir taraftan da içimde hep bir boşluk duygusu vardı. O boşluk duygusuyla liseyi bitirdim. Üniversitede o boşluk duygusu beni kitap okumaya, araştırmaya itti diyebilirim.
“MESLEK ELBİSE GİBİDİR, CİLT GİBİ DEĞİL”
Çok başarılı ve ünlü bir hekimsiniz. Hekim olmak çocukluk hayaliniz miydi? Yoksa tesadüfi bir seçim miydi? Bu sorudan yola çıkarak her çocuğa “büyünce ne olacaksın?” sorusu sorulur. Anne babalar bu sorunun cevabını nasıl analiz etmelidir?
İlkokul, ortaokul dönemlerinde bana sorduklarında ben elektronik mühendisi olmak istiyorum derdim o zamanlar... Hekim olmak değil… Dayım Türkiye’nin ilk kardiyologlarındandı ve Samsun’da görev yapıyordu. Amerika’da 7 sene kaldı. Ailemizde annemin hep rol model olarak sunduğu bir kişiydi ve onun için hekim olmaya karşı bir yüceltme vardı. Diğer dayım da diş hekimiydi. Bu nedenle hekimliğe karşı ailemizde bir ilgi, sempati gelişti aslında.
İlkokulda Merzifon Halk Kütüphanesi vardı. Saat Kulesi’nin oralarda, eski medresenin olduğu yer diyebiliriz. Oraya okumaya giderdim. Annem yönlendirirdi beni kütüphaneye. İlkokulda kitap okumaya bir teşvik vardı ailemizde. Babam da zaten evde okurdu ve Yahya Kemal'in kitaplarını, şiirlerini okumayı severdi. Kitap okumayla ilgili ailede bir destek ve teşvik vardı diyebilirim. Hatta üniversiteden bir hafta sonu yaz tatiline bir tomar kitapla gelmiştim. Sürekli gittiğim ağacın altına saatlerce kapanıp o kitapları okuyordum. O hâle geldi ki annem, babam benimle şakalaşmaya başlamışlardı. Artık ara ver “altın kurtlanacak” derlerdi… Kuluçkaya mı yattın diyerek şakalaşırlardı benimle.
Şimdi bir hekimim, psikiyatristim. Hekimlik mesleğimde de elektronik mühendisliğine olan yatkınlığımı ve ilgimi unutmadım. Şimdi o mühendisliği mesleğimle entegre ettim. Cerrahpaşa Tıbba girdim. Daha avantajlı geldi bana o zaman. Tıpta da psikiyatriyi seçtim. Psikiyatriye, beyin elektriksel sinyal kayıtlarıyla uğraşan psikiyatrik o noktayla ilgili. Mühendisliğe ilgim elektronikle psikiyatriyi birleştirmemi sağladı. Farkında olmadan yapmışım bunu. Yani eğilim olmuş diyebilirim.
Anne-babaların çocuğuna hangi mesleği istiyorsun gibi soruları karşında şunu söyleyebilirim; bu konuda hemen erken karar vermemesi lazım çocuğun. Çocukların bir idealinin olması güzel bir şey. Çocuğun bir hedefinin olması çok iyi. Üniversiteye girmesi, bir alan seçmesi. Böyle bir durumda meslek tanıtımını doğru yapmak gerekiyor. Yani meslek tanıtımını anne ve babanın çocuk için bir yaşam tarzı olarak sunmaması lazım. Kişi A mesleğini seçer ama kişi B mesleğinde başarılı olabilir. Unutulmamalı diploma, meslek demek değildir. Hep söylüyorum meslek elbise gibidir, cilt gibi değil. Cilt gibi olursa onu değiştiremezsiniz. Ama elbise olursa gerekirse çeşitli değişiklikler yapabilirsin üzerinde. Kimliğine zarar vermeden onu hayatında kullanabilirsin.
“İSTANBUL BAĞIMLISIYIM”
Nasıl bir yaşam tarzınız var? İstanbul’un keşmekeşliği sizi nasıl etkiliyor? Bu stresten uzak durmak için neler yapıyorsunuz? İnsanlara neler tavsiye edersiniz?
İstanbul bağımlısıyım diyebilirim. Liseyle birlikte İstanbul’a geldim. 1988 yılında GATA’ya geldim. Mezun olduktan sonra ve o zamandan beri İstanbul’dayım. Onlarca yıl geçti İstanbul’dayım. İstanbul’da yaşamaya alıştıktan sonra tatil amaçlı ya da bir program için sessiz, sakin bir yere gittiğimde çok uzun kalamıyorum. Bana buradaki keşmekeş daha cazip geliyor.
Ben boş kaldığımda stres oluyorum. Birçok kişinin bu yazıyı okurken şu an tebessüm ettiğini hissediyorum ama gerçekten öyle. İstanbul'da zaman yönetimini bilen bir insan İstanbul’a uyum sağlar. Zaman yönetimini iyi bileceksin. Evet, trafiği var ancak kişi planlamasını trafiğe göre yapacak. İstanbul’da yaşamak korkulacak bir şey değil. Anadolu’da bir söz vardır; “Vaktin ve nakdin yoksa İstanbul'a gitme” diye. Onu da çok ciddiye almamak gerekir. İstanbul’un bir güzelliği de toplum kesiminden insana yaşam olanağı sunuyor. Bir yaşam standardı bulabiliyor kişiler. Tam bir metropol yani. Bu nedenle İstanbul için hep söylenir ya Napolyon’a izafe edilen bir söz vardır; “Eğer dünya tek devlet olsa başşehri İstanbul olmalıydı” diye. Hem hava hareketliliği hem sosyal hareketlilik, ekonomik hareketlilik, askerî hareketlilik her an her noktada müthiş bir kavşak noktası İstanbul. Doğu ile Batı arasında müthiş bir yol kavşağı. Hem sosyal hem kültürel hem tarihî çekiciliği var İstanbul’un. Küresel başkent olabilecek finansal, kültürel, ekonomik başkent olabilecek bir potansiyeli ve cazibesi bulunuyor coğrafyası itibarıyla da.
“EN DOĞAL PSİKOLOG DOĞADIR”
Doğanın, toprağın, yeşilin, suyun insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkilerini hepimiz deneyimleyerek yaşamışızdır. Bunun nedeni nedir? Çocuklarımız neden daha çok toprakla haşır neşir olmalıdır?
Antik çağdan, Pagan kültüründen gelen bir şey vardır. Dört element: “Hava, su, güneş-ateş, toprak.” Bu dört element, insanın varoluşundaki dört enerji kaynağı aslında. Yaşam alan kaynağı. Toprak bunlardan birisi. Hepsi de insanı, doğayı oluşturan elementler. İnsanın topraktan geldiği göz önünde bulundurulduğunda insan vücudundaki inorganik maddelere baktığın zaman bunlar nelerdir? Karbon, oksijen, hidrojen, azot. Bunların hepsi toprakta vardır. Toprak dediğimiz şeyin aslında yarısından fazlası bakteridir. Yani bahçeden bir avuç toprağı al onun yüzde 50’den fazlası aynı vücuttaki su oranı nasıl 2/3 ise topraktaki bakteri oranı da 2/3’tür. Canlıdır toprak aslında. O bakteri zaten temizliyor her şeyi. Bütün topraktaki gübreyi, azotu oluşturuyor. Toprağı gübre hâline getiren odur. Yani toprağı toprak hâline getiren. Toprak bu özelliği ile insanın fıtratına yakın ve insanın biyolojik doğasına iyi geliyor. Onun için toprakla insanın temasını kesmesi insanın biyolojik doğasına aykırıdır.
Doğanın kendisi de bir psikologdur, en doğal psikolog doğadır. Öyle düşünmek lazım. Hatta doğa kalbimizi iyileştiriyor. Kalbimizdeki birçok marazi durumlara iyi geliyor. Ruhumuzu dinginleştiriyor. Aynı zamanda zihnimizi de boşaltıyor. Böyle rahatlatıcı bir özelliği var ama bu toprak ve orman da insan bunun felsefesini bilerek davranacak ve yaşayacak. Kişi doğaya gittiği zaman eskilerin tabiriyle mütefekkirane bakmalı. Yani bir derin düşünceyle bakabilmeli. Derin düşünceyle baktığın zaman doğa insanı rahatlatıyor. Doğa sadece gölgenin olması, yağmurun yağması, güneşin çıkması değil. Doğa ve doğadaki her şey birer insan gibi canlı ve konuşuyor. Ağaçlar birbirleriyle konuşuyor. Kökler birbirleriyle konuşuyor. Bu yapılan bilimsel araştırmalardan çıkan bilgiler. İnsanın bir sosyal hayatla etkileşimi vardır bir de doğayla iletişimi vardır. Bu iletişim, etkileşim dönüyor kişide. Doğaya iyi ve sıcak, derin düşünceyle yaklaşırsan doğa o zaman yardım ediyor, o zaman kişiyi rahatlatıyor. Doğayı tahrip edilecek bir öğe olarak görür ağacı keseceğim, çiçeği koparacağım diye bakarsanız, doğadan beklenen rahatı, huzuru yakalayamıyorsunuz. Yani doğaya bakıp oradaki güzellikleri düşünüp onun ne güzel yaratıldığını, sanatın mükemmelliğini ve bir de sanat eseri olduğunu, çiçeklerin, ağaçların, kuşların, böceklerin hepsinin birer sanat eseri olduğunu düşüneceksiniz. Elbet de o sanat eserinin sanatçısı olduğunu. Ortada bir olay varsa o olayın öznesinin de olduğu unutulmamalı. Öznesiz olay olmaz. Doğayı böyle düşündüğün zaman, o zaman esenlik duygusu oluyor, dinginlik duygusu oluyor. Yani o zaman insan hayatına bir anlam katıyor, büyük bir anlamın parçası oluyorsun. Bir anlamın parçası olduğunu hissetmek insanda güven duygusu oluşturuyor ve belirsizlik giderici etki yapıyor.
Doğada yaşamak, doğaya bu gözle bakmak insanın taşıdığı temel kaygılara iyi gelir. İnsanın temel kaygıları, anlam arayışıdır. İkincisi ölüm. Ölümle açıklama getirme ihtiyacı. Diğer bir kaygısı belirsizliği tahmin etmeye çalışma kaygısı. Bu da temel korkuların doğaya bu gözle baktığın zaman yani hayatın, olayların tesadüfen olmadığını, doğanın müthiş bir akıl ve denge içinde çalıştığını gördüğü zaman insanın doğadaki dengeye karşı hissettiği o şükran, esenlik hissi, insana iç huzur veriyor.
“İKİ TANE KÜMESİM VE 4 KOVANIM VAR”
Siz doğa yürüyüşleri yapıyor musunuz ya da spor yapmaya fırsat bulabiliyor musunuz? Hobi amaçlı da olsa bir şeyler ekip biçiyor musunuz?
Her gün 5000 adım kuralım var. Onu yüzde 95 uyguluyorum. Sabahları bir koşu bandım var orada düzenli koşmaya çalışıyorum. Fazla vaktim olmadığı için doğada, hafta sonu çok fazla vakit geçiremiyorum. Ancak yaşadığım ev orman kenarında. Güne kuş sesleriyle uyanabiliyorum. O konuda şanslıyım, şükranımı iletmek isterim. Konfüçyüs’ün bir sözü var. Allah’a dua ederken şöyle dermiş, Konfüçyus; “İçi kitap, bahçesi çiçek dolu bir ev ver” diye. Yani öyle bir evde olabilmek benim için bir şükran sebebidir o nedenle.
Şu anda evimin bahçesinde iki tane kümes ve arılarım var. 4 kovan arı var. Ayrıca meyve ağaçlarımız da var. İşte olmadığım zamanlarda hafta sonları doğanın, kuş seslerinin verdiği huzuru yaşama şansına sahibim diyebilirim.
“HER ŞEYİ AZ YE KURALINI UYGULAMAYA ÇALIŞIYORUM”
Beslenme tarzınız nasıldır? Organik beslenmeye çalışıyor musunuz? Ev yemeklerini mi tercih edersiniz? Gıda alışverişlerinizde nelere dikkat edersiniz?
Bir Azeri atasözü vardır… “Az yiyerem hekimle işim olmaz, düz giderem hâkimle işim olmaz.” Bu benim için hayat mottosu. Bilgelik Psikolojisi kitabımın girişinde de bu cümleye yer verdim. Yani yeme prensibi olarak her şeyi az ye kuralını uygulamaya çalışıyorum. İbn-i Sina'nın da meşhur sözü var: “Acıkmadan yeme, yediğin zaman da az ye” kuralı. Son beslenme rejimlerinde de bu tavsiye ediliyor şu anda. Yani mideyi doldurmadan kalkmak ve acıkmadan yememek. Akdeniz diyeti de önemli bütün bilimsel göstergeler de bunu gösteriyor. Yeşil tabak ilkesi de önemli. Buna özellikle itina göstermeye çalışıyorum.
Okunma : 637