Türkiye’nin ilk ‘longevity’ (sağlıklı uzun ömürlülük) buluşmasına katılan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Baldırlarda bulunan kaslarımız, ‘ikinci kalp’ işlevi görür ve bu kasların sağlıklı çalışması da önemlidir. Günde 5 bin adım yürümek oldukça önemlidir. Yürüdüğümüzde, baldırlardaki kaslar kasılarak pompalama işlevi görür ve bu kalbin üzerindeki yükü alır.” dedi.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Olaylara olumlu bir bakış açısıyla yaklaşabilen, küçük şeylerden mutlu olmayı bilen ve dünyayı değiştirmek yerine kendini değiştirmeye çalışan kişilerin daha mutlu olduğu tespit edilmiştir. Bu, pozitif psikolojinin temel referans noktalarından biri haline gelmiştir.”
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, literatüre yeni girmiş Longevity (sağlıklı uzun ömürlülük) kavramını değerlendirerek, geçmişten bu yana ‘yaşlanmayı durdurabilir miyiz?’ konusunun merak edildiğine dikkat çekti.
“Düşüncelerimiz, sinir sistemimizi ve vücudun tepkisini ciddi şekilde etkiliyor”
Türkiye’nin ilk ‘longevity’ (sağlıklı uzun ömürlülük) buluşmasında ‘Beyinde Saklanan Uzun Yaşam Kodları’ konulu bir konuşma yapan Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, literatüre yeni girmiş bu konu hakkında böyle bir etkinlik düzenlendiği için organizasyon kuruluna teşekkür etti. Geçmişten bu yana ‘yaşlanmayı durdurabilir miyiz?’ konusunun merak edildiğine dikkat çeken Prof. Dr. Tarhan, “Longevity konusunun ülkemizde tartışılmasına çok sevindim. Ben kendi alanımla ilgili, yani beyinde saklanan yaşam sırlarını tartışmak istiyorum. Beyin görüntülemelerinde sağlıklı kişilerin beyinlerinin düşünme esnasında fazla zorlanmadığını, depresyon gibi sorunları bulunan kişilerin beyinlerinin ise çok basit düşüncelerle bile çok fazla stres tepkisi verdiğini görüyoruz. Yani beyin daha fazla enerji harcıyor.” dedi.
“Beynimizde 100 milyar üzerinde hücre var”
Birçok durumun beyin sağlığını etkilediğini dile getiren Prof. Dr. Nevzat Tarhan, şunları söyledi:
“Kandaki değişiklikler, uyku, depresyon, obezite, stres, inme, hipertansiyon, kafa travmaları hepsi beyne etki ediyor. Bunun sonucunda yaşlanma süreci ortaya çıkıyor. Bu süreci sağlıklı hale getirmek için nöro-gelişim ve epigenetik çok önemli. Beynimizde 100 milyar üzerinde hücre var. Her birinin 5-10 bin bağlantısı var. İnanışlar epigenetiği değiştiriyor, algılarımız değişiyor. Algılarımız kişiliğimizi oluşturuyor. Hayatımız negatif algılar veya pozitif algılara göre şekilleniyor. Plasebo ve nosebo etkileri bu duruma örnek gösterilebilir. Duygu ve düşüncelerimiz masum değil. Bunları iyi yönetirsek kendimizi değiştirebiliriz. Düşüncelerimiz, sinir sistemimizi ve vücudun tepkisini ciddi şekilde etkiliyor. Psikiyatrik hastalıklar beyin hastalığıdır. Mutluluk, üzüntü, öfke, aşk gibi duygular hormonların salgılanmasıyla yani beyindeki kimyasal tepkimelerle ortaya çıkıyor. Serotonin, oksitosin, dopamin gibi bu hormonların belirli bir dengede ve düzeyde olması gerekiyor. Dolayısıyla beyindeki kimyayı yönetebilen beyin sağlığını yönetebiliyor.”
Beyin ve enerji tüketimi arasında çok yakın bir ilişki bulunuyor
Beyin ve enerji tüketimi arasında çok yakın bir ilişki bulunduğunu ifade eden Tarhan, bedenin sadece yüzde 2'sini oluşturan beynin kalbin harcadığı enerjinin yüzde 15'ini kullandığını, tüm oksijenin ve glikozun yüzde 25'ini tükettiğini dile getirdi.
Prof. Dr. Tarhan, günümüzde nörobilim ve psikoloji alanında, beyindeki verilerin onarılması üzerine çalışıldığına işaret ederek, “Biz beynimizdeki bozulmuş bağlantıları tamir etmek için psikoloji ve nörobilim üzerine çalışıyoruz. Beynimize devreyi yeniden kurma (yeniden kablolama) ve yeniden başlatma (sıfırlama) gibi tedaviler uygulanıyor. Nöroplastisite aslında sihirli kavram. Nöroplastisite sayesinde beyin yapısının değiştirilmesi hedefleniyor.” dedi.
“Beyin, sessiz gibi görünse de arka planda sürekli çalışır”
Epigenetik, genetiğin kuantumu olarak da adlandırılabildiğini söyleyen Prof. Dr. Tarhan, şöyle devam etti:
“Yani epigenetik, çevrenin genler üzerinde kalıtsal olmayan değişiklikler yapmasıdır. Genetik polimorfizmler doğuştan gelirken, epigenetik değişiklikler yaşam tarzımızla ortaya çıkabilir ve gen ifadesini değiştirebilir. Yaşam tarzında yapılan değişiklikler, epigenetik değişikliklere yol açabilir. Bu sayede, beyin otomatik olarak epigenetik mekanizmalarla belirli kimyasalları üretmeye başlar. Epigenetik, genetik yapının doğuştan gelen kısmını ifade ederken, epigenetik yapılar kazanılmış özellikleri temsil eder. Nöroplastisite de burada önemli bir kavramdır; beynimiz sabit değil, sürekli değişen ve yeniden şekillenebilen ‘plastik’ bir organdır. Beynimizde yüz milyardan fazla hücre bulunur ve her hücre yaklaşık beş bin ila on bin bağlantı kurar. Beyin, sessiz gibi görünse de arka planda sürekli çalışır; uyku esnasında bile oksijen tüketir. Bu sürekli bağlantı, beynin hastalıklarla olan ilişkisinde de önemli bir rol oynar.”
“Limbik sistem, beynin derin kısmında yer alır ve içgüdüsel davranışları düzenler”
Prof. Dr. Tarhan, beynin çalışma prensibi hakkında da bilgi vererek, “Frontal lob, bizi insan yapan beyin bölümüdür. Sol beyin, mantık, muhakeme, analiz, konuşma ve hesaplama gibi işlevlerle ilgilidir. Sağ beyin ise duygular, heyecanlar, müzik ve sanat gibi alanlardan sorumludur. Limbik sistem, beynin derin kısmında yer alır ve içgüdüsel davranışları düzenler. Frontal lob, bu sistemi yönetir; yani, ön beynimizi etkili bir şekilde yönetme becerisi çok önemlidir. Bu noktada, nöroplastisite kavramı devreye giriyor. İlginç bir şekilde, 2 bin 500 yıl önce Aristoteles, nöroplastisiteyle ilgili gözlemler yapmıştır ve modern nörobilim bu gözlemleri doğrulamıştır.” dedi.
“Oksitosin, özellikle emziren annelerde salgılanır”
İnsan haz peşinde koştuğunda dopamin salgılandığını da kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Ancak uzun vadeli mutluluk hedefleri anlam mutluluğu, fikir ve ideal mutluluğa dayandığında, bu kez bağlılık hormonu olan oksitosin devreye girer. Oksitosin, özellikle emziren annelerde salgılanır ve anne ile bebek arasında güçlü bir sevgi bağı oluşturur. Bu bağda oksitosin önemli bir rol oynar. İsviçre'de oksitosin spreyi bile geliştirilmiş; çift terapilerinde, yatmadan önce buruna sıkılarak kullanılıyor. Bunun, çiftlerin birbirlerine daha rahat sarılmalarını sağladığı söyleniyor. Oksitosin ayrıca erkek maymunlara verildiğinde onların tüylü nesnelere ve yavrularına karşı daha ilgili oldukları gözlemlenmiş. Bu hormon annelerde daha çok salgılanırken erkeklerde daha az miktarda bulunur, ancak erkeklerin de fayda görebileceği söylenebilir.” şeklinde konuştu.
Kimler daha mutlu oluyor?
“Olaylara olumlu bir bakış açısıyla yaklaşabilen, küçük şeylerden mutlu olmayı bilen ve dünyayı değiştirmek yerine kendini değiştirmeye çalışan kişilerin daha mutlu olduğu tespit edilmiştir. Bu, pozitif psikolojinin temel referans noktalarından biri haline gelmiştir.” diyen Prof. Dr. Tarhan, aşık olan bir kişinin de ruh halinin değiştiğini ve dünyayı farklı görmeye başladığını, aşkın etkisiyle dopamin seviyelerinin artarak kişinin yalnızca âşık olduğu kişiyi düşünmeye odaklandığını anlattı.
“Duygularımızı yönetmek aslında otonom sinir sistemimizi yönetmek demektir”
Beynimizde kin, öfke, nefret, kıskançlık ve düşmanlık gibi "karanlığın beş atlısı" olarak adlandırabileceğimiz duygular var olduğunu ifade eden Prof. Dr. Tarhan, şunları kaydetti:
“Bu duygular devreye girdiğinde beyin, korku tepkisini başlatır; omuz, boyun ve yüz kasları gerilir, terleme başlar, tansiyon ve kalp ritmi artar. Vücutta bu gibi değişiklikler meydana gelirken, beyin savaş, kaç veya donakal tepkisini sergiler. Savaş tepkisinde tansiyon yükselir; kaç tepkisinde ise tansiyon düşebilir ve kişi bayılabilir. Donakalma tepkisi daha çok akut stresle ilişkilidir. Örneğin, deprem veya savaş gibi durumlarda, kişi kendini bloklayabilir ve tepkisiz hale gelebilir. Bu, vücudun akut strese karşı verdiği doğal bir yanıttır. Eğer bu durum birkaç saat sürerse, parasempatik sinir sistemi devreye girer. Tehlikenin geçtiğini algılayan beyin, rahatlatıcı kimyasallar salgılar ve vücut gevşer. Duygularımızı yönetmek aslında otonom sinir sistemimizi yönetmek demektir. Kendi duygu durumumuzu kontrol edebilmek, beyin kimyasını yönetebilmek anlamına gelir ve bu da sağlıklı bir yaşam sürmemize katkı sağlar. Bu süreç bağışıklık sistemi üzerinde de olumlu etki yaratır.”
“Baldırlarda bulunan kaslarımız, "ikinci kalp" işlevi görür”
Sağlıklı bir insanın, ani bir stres durumuyla karşılaştığında beynin bazı sistemleri bloke edebildiğini dile getiren Prof. Dr. Tarhan, şöyle dedi:
“Bu durum damar değerlerimizin artmasına ve kalp krizi riskinin yükselmesine neden olabilir. Beyin, organlarımız—kalp, solunum ve bağışıklık sistemi—arasında sürekli iletişim kurar. Rahatladığımızda ve dinlendiğimizde bağışıklık sistemimiz de gevşer. Nefes almanın önemi büyük, çünkü stres altındayken doğru nefes almak sinir sistemimizi gevşetir. Şu egzersizi yaparak otonom sinir sisteminizi rahatlatabilirsiniz: Nefes alırken 1, 2, 3, 4 sayacak kadar derin bir nefes alın. Ardından 1, 2 diyecek kadar nefes almayı sürdürün. 3, 4, 5, 6, 7, 8 sayacak kadar nefes tutun. Daha sonra 1, 2, 3, 4 sayacak kadar yavaşça nefes verin. Bu işlemi yaparken gözlerinizi kapatın ve sol elinizi kalbinizin üzerine koyun. Derin nefes alarak 1, 2, 3, 4 sayın, tutun ve ardından 4 sayıda yavaşça verin. Bunu 5-6 kez tekrarlayın; fazla tekrar yaparsanız başınız dönebilir. Bu egzersiz, otojenik antrenman ve rahatlama tekniklerinde kullanılan bir yöntemdir. Beynin alfa dalgalarını yönetmek için nörofeedback uygulamalarında da basit bir egzersiz olarak kullanılmaktadır. Doğru ve sağlıklı nefes almak, stres yönetiminde oldukça önemlidir. Ayrıca, ilginç bir şekilde, bu egzersiz bedenin kan akışını artırır. Unutmayın ki baldırlarda bulunan kaslarımız, ‘ikinci kalp’ işlevi görür ve bu kasların sağlıklı çalışması da önemlidir. Günde 5 bin adım yürümek oldukça önemlidir. Yürüdüğümüzde, baldırlardaki kaslar kasılarak pompalama işlevi görür ve bu, kalbin üzerindeki yükü alır. Yürüyüş, dolaşım sistemimizi rahatlatır ve kalbimizi destekler. Bu nedenle baldırlara "ikinci kalp" metaforu yapılmıştır; baldırlardaki kaslar, kalbin işlevini destekleyen bir mekanizma olarak kabul edilir. Ayrıca, yürüyüşün beyin sağlığı ve zihinsel sağlığı üzerinde de önemli etkileri vardır.”
“Yalnızlık, bu dönemde giderek yaygınlaşan bir sorun”
Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler’in, dünyayı tehdit eden üç ana tehlikeden bahsettiğini kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Bunlar gelir eşitsizliği, iklim değişikliği ve yalnızlık. Yalnızlık, bu dönemde giderek yaygınlaşan bir sorundur. İnsanların mutluluğu sadece kendilerini gerçekleştirmekle değil, aynı zamanda başkalarına yardım etmek ve manevi ihtiyaçlara odaklanmakla da ilgili. Bu noktada Maslow'un tespitleri önemlidir; insanın mutlu olabilmesi için sadece kendine değil, başkalarına da katkı sağlaması gerektiğini vurgular. Bireysel faydanın yanı sıra toplumsal fayda da önemlidir. Bu nedenle, paylaşmak ve yardımlaşmak gereklidir.” diye konuştu.
“Yalnızlık, bireyleri umutsuzluğa itebilir”
Dünyada yalnızlık epidemisi olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Hawking'in 2004 yılında yaptığı bir çalışma, 50 yaş üstündeki bireylerde bilişsel gelişimlerin azaldığını göstermektedir. Harvard Üniversitesi'nin 70 yıllık bir çalışması, sosyal ağları güçlü olanların daha sağlıklı yaşlandığını ortaya koyuyor. Sosyal izolasyon, yaşlılıkta ölüm riskini artıran faktörlerden biridir. Yalnızlık, bireyleri umutsuzluğa itebilir; yalnız hisseden kişiler ‘Yaşamanın anlamı kalmadı’ diyerek intihar düşüncelerine kapılabilir. Bu nedenle, yalnızlığı giderecek sosyal ortamlarda bulunmak ve sosyal bağları güçlendirmek son derece önemlidir. Örneğin, İngiltere ve Japonya, yalnızlık bakanlıkları kurmuşlardır çünkü yalnızlık oranları ciddi şekilde artmaktadır. Bir üniversitenin 50 bin kişiyle yaptığı bir çalışmada, 50 yaş üstü bireylerde yalnızlık oranı yüzde 27, 16-24 yaş grubunda ise yüzde 40'tır. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, gençler arasında sosyal izolasyon giderek artmaktadır.” şeklinde konuştu.
“Statik ve rutine bağlı kalan bireyler, beyinlerinin potansiyelini tam olarak kullanamazlar”
Beynimizi geliştirmek ve yeni deneyimlere açık olmak için çevremizdeki alışkanlıkları değiştirmek gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Her zaman aynı yolları kullanmak yerine farklı yollar denemek, beyin aktivitesini artırabilir. Değişikliğe açık olan kişiler, beyninin daha önce kullanılmayan alanlarını aktif hale getirebilirler. Statik ve rutine bağlı kalan bireyler, beyinlerinin potansiyelini tam olarak kullanamazlar. Farklı bir yola girdiğinizde, beyniniz yeni bir duruma adapte olarak yeni mental programlarla karşılaşır.” dedi.
Teflon tipi insanlar, genellikle narsistik özellikler taşırlar
Stres yönetiminde üç tip insan olduğunu ifade eden Prof. Dr. Tarhan, “A tipi, B tipi ve C tipi. A tipi insanlar ‘sünger tipi’ olarak adlandırılır. Bu kişiler sürekli yakınan, her şeyi üzerine alan ve fedakâr bir tutum sergileyen, stres yükünü sırtlanan bireylerdir. Sünger tipi insanlar, bu durumdan dolayı çoğunlukla karamsar veya depresif hale gelirler ve genellikle hiçbir iş yapamazlar. Diğer bir grup ise ‘teflon tipi’ insanlardır. Teflon tavaların özelliği, kendilerinin yanmaması ancak temas ettikleri her şeyi yakmalarıdır. Teflon tipi insanlar, genellikle narsistik özellikler taşırlar; bencil, sert ve sadece kendi çıkarlarını düşünen bireylerdir. Kendilerini stresli hissetmezler, ancak etraflarındaki insanları mahvederler. Teflon kişiler değişime kapalıdır ve ‘ben değişmem’ diyerek ilişkilerini sürdüremezler; bu nedenle yalnız kalma riski taşırlar.” şeklinde konuştu.
Modern ve geleneksel tıbbın odaklandığı kavram: Longevity
Modern ve geleneksel tıbbın odaklandığı kavram olan Longevity (sağlıklı uzun ömürlülük) buluşması İstanbul’da gerçekleşti. Türkiye’nin önde gelen klinikleri ve uzmanlarını bir araya getiren konferansta genetik, sağlıklı yaşam, fiziksel aktivite, beslenme, zihinsel sağlık, uyku ve çevresel faktörler detaylarıyla ele alındı. Bireylerin yaşam sürelerini uzatma ve sağlıklı bir yaşlanma süreci anlamına gelen ‘Longevity - sağlıklı uzun ömürlülük’ buluşması kapsamında uzun yaşam süresince, sağlıklı ve aktif kalabilme yetisine nasıl sahip olunabileceği konuşuldu.
Okunma : 617
ÜHA