Göç, psikososyal bir travmadır. Bir insanın bir yerden başka bir yere göç etmesi yaşam tarzında bir farklılaşma meydana getirir ve psikolojik düzeyde yaralanma yaşanır.
Değişim, bu acı ve sıkıntının sonucunda ortaya çıkar. Göç yaşayan insan da, bir yakınını kaybetmiş veya sevdiği bir şey hayatından çıkmış gibi matem tepkisi oluşur. Bu tepkinin sonunda çektiği acı, onu değişime götürür.
Göç aynı zamanda sosyal bir acıdır. Yurt değiştirmeden sonra yaşanan kültürel farklılıklar dikkat çekicidir. Köyden şehre göç olgusuyla gerçekleşen şehirleşme süreci modernizmle ile paralel bir biçimde yürür. Üstelik bu durum sadece Türkiye’de değil bütün dünyada aynı şekilde gerçekleşmiştir. ‘Küçük yerin kanunu büyük olur’ diye bir söz vardır. Küçük yerlerde, bilhassa köylerde toplumsal baskı fazladır ve adeta kast sistemi vardır. İnsanlar sunulan yaşam kalıplarının dışına çıkmakta zorlanırlar. Fakat kalabalık ortama gelindiğinde bu baskı üzerlerinden kalkar. Bu esnada yeni yere gösterilen alternatif uyum tepkisi gözlenir.
Göç, insan hayatında doğurduğu çelişkilerle de dikkat çeken bir olgudur. Bu durumun kendini gösterdiği alanlardan birisi de evlenme biçimleridir. Meselâ, gecekonduda yaşayan kadınlar arasında kaçarak evlenme oranının köydekilere göre daha yüksek olması, yeni mekâna uyum sağlama döneminde yaşanan kimlik kargaşası ile ilgilidir. Yeni bir kimlik bulma çabası farklı yönelmelere sürükleyebilir insanı. Tabii bu arada aile unsuru da önemli. Hep azarlanan, aşağılanan, kendisine değersiz olduğu hissettirilen ve sevgi ihtiyacı karşılanmadan büyütülen kişi, kendisi tarafından sevildiğini düşündüğü bir kişiye veya odağa yönelebilir. Bunun sonucunda yaşanan, kadının özgürleşmesi değildir. Bir kadının gerçek manada serbest olması baba, eş yada toplum baskısından kaçmak değil, kendini savunma ve onlarla mücadeleye hazır olmanın çabası içerisinde olmaktır. Çözüm olarak korku ve bastırılmış duygular yerine, cemiyet tarafından kabul edilebilir tepkilerin ortaya çıkması gerekiyor.
Ayrıca evlilikle sonuçlanacak kaçmalar, toplum tarafından gizli onay gören tutumlardır. Kaçan bir kız ailesi tarafından benimsenmese de çevre tarafından bir nevi onurlu, kimlik ve kişiliğe uygun davrandığı düşüncesi ile desteklenmektedir. Ancak halkın bu tutumu kaçarak evlenmeyi teşvik etmektedir.
Göçün Duygusal Etkileri
Köyden şehre göç eden kadın beraberinde getirdiği değerlerini muhafaza ederek ve kimliğini koruyarak şehirleşme çabası içine giriyor. Köy yaşamında erkek, babasının işini devam ettiriyor, komşu kızıyla evleniyordu. Hayat dış dünyaya kapalıydı ve belli kuralları vardı. Fakat bilgi ve iletişim çağındaki erkek ailesinin kendisine sunduğu hayat tarzıyla, televizyonda gördüğü yaşam biçimi arasında sıkışıyor. Küçük bir topluluğun yaşantısı, yıldızlı bir şekilde sunulunca, kişi kendisinde yetersizlik ve eksiklik hissediyor. İnsan psikolojisinde bir insanı yönetmek için iki yol vardır: Birincisi onda eksiklik ve aşağılık duygusu uyandırmak, ikincisi de uyandırılan bu duygu neticesinde insanın kendisinden üstün olana benzemeye çalışmasıdır. Dünyadaki kültür propagandası bu şekilde yapılıyor ve insanlar nüfuzlu olana benzemeye çalışıyorlar. Genç bir kız taşradan şehre geldiği zaman, ‘modernlik budur’ propagandasıyla karşı karşıya kalıyor. Burada yapılması gereken şey, sunulan modeli sorgulamak ve alternatif geliştirmektir. Eskiden insanlar dayatılan örnekleri sorgulanmadan kabul ediyordu. Bilhassa Yeşilçam filmlerinde izleyiciye ‘modern olmak istiyorsan bu şekilde olmalısın’ diyen kalıplar yerleştirilmeye çalışıldı. Fakat modernizm 1990’lardaki soğuk savaştan sonra tartışmaya açıldı. Kadınlar kültürel kimliklerini koruyarak modernleşme yolunu seçtiler. Bu durum, köyden kente göç eden genç kız içinde geçerlidir. Genç kızlar modernliği, anneleri gibi yaşamak istemediler. Özellikle başörtülü kızlar, ‘Ben annem gibi giyinmek, örtümü onun gibi bağlamak istemiyorum’ dediler. Gençlerin bu isteklerine siyasî bir anlam verildi fakat farklı olma isteğinin sosyolojik ve psikolojik alt yapısı olduğu unutuldu. Oysa değişim arzusunun farkına varıldığında yapılması gereken şey, bireysel tercihlerini kişinin kendisine bırakmaktır. Bugün genç kızlara zorla yaşam baskısı yapılıyor. Toplumcu modellerde devlet, lojistik ve stratejik düşünür. Bunun sonucu olarak da insanları başöğretmen edasıyla yönetmek ister. Bunun geçmiş yıllardaki alternatifi aile, baba yada ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi kilise baskısı idi. Bizde de diğerlerine benzer şekilde dinî değerlerin baskısı vardır. Dindar birisi açık birini gördüğünde ‘niçin başını örtmüyorsun?’ diye baskı oluşturuyor. Genç kız kendisine o insana karşı eksik ve suçlu hissediyor. Bu da bir toplumsal baskı tarzıdır. Bütün bunlar tartışıla tartışıla insanlar kendilerini geliştiriyorlar. Bu sebeple yaşanan göç olgusundan sonra ki kentleşme süreci içinde, modernleşmeye verilen anlam ve kültürel kimlik değişti. Gecekondu da, varoşlarda oturan genç kızlar anneleri gibi yaşamak istemiyorlar ve medyanın kendilerine sunduğu propagandayı da sorguluyorlar. Bununla beraber ailelerinin dayattığı kimliği de gözden geçiriyor ve şahsi kimliklerini oluşturuyorlar. Gençler böyle bir süreci yaşarken ebeveyn evladına yol gösterir, şefkatle yaklaşırsa, değerlerini çocuğuna aktarabilir. Şayet bu tolerans tanınmazsa çocuğun farklı etkiler altında kalmasına şaşırmamak gerekir.
Okunma : 5560