Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan psikiyatri hekimi olmasının yanı sıra modern çağın filozoflarından birisidir bence. Birlikte çalışabilme onuruna erişebildiğim kıymetli Hocamın her söyleminde, her hareketinde bir öğreti vardır. Sorulacak çok fazla soru olmasına rağmen aralarından seçme yapmak zorunda kaldım. Mutluluğun sırrı, evlilik kavramı, sosyal medya bağımlılığı, psikolojik savaş gibi merak edilenleri konuştuk. Gerçekten kaçırılmayacak ve çok özel bir sohbet oldu. Bir psikiyatrist ve bir nöroloğun sohbeti normal röportajlardan biraz farklı oluyor elbette. Keyifli okumalar diliyorum…
-Yaşam ve kendi varoluşunuz üzerinde hangi yaşlarda düşünmeye başladığınızı merak ediyorum. Hayata dair ilk saptamanız neydi?
Ben Kuleli Askeri Lisesi'ndeyken kamplarımız olurdu. Orada boş vakitlerimde tellerle devri daim makinesi yapmaya çalışırdım. “Bir makine hiç durmadan nasıl çalışır?” diye düşünürdüm. Meraklı bir yaklaşımım vardı. Liseden sonra, üniversite için 69 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesine geçince varoluş felsefesiyle ilgilenmeye başladım. Beyazıt'taki sahaflardan öğrenci harçlığımla kitaplar alırdım. Öğrenciliğim tam da siyasi kutuplaşmaların olduğu 12 Mart dönemine denk geldi. Ama ben felsefi arayışlara merak sardım; varoluşla, inançla, ölümle ilgili konuları sorgulamaya başlamıştım. Üniversitede, Beyazıt'ta bu konularla ilgili daha çok materyal olunca ben de daha çok okuma yapma fırsatı buldum. Çeşitli sohbetler de oluyordu, Kubbealtı'nda, Milli Türk Talebe Birliği'nde... Oralarda da, hikmetli konuşan kişileri dinlemeyi seviyordum.
-Ben 5-6 yaşlarındayken şöyle bir farkındalığa varmıştım: “Ben kızım ve erkekler hep daha önde, kız olduğum için onların 2 katı okuyup, çalışmalıyım ki onlarla eşit olabileyim”. Bu benim çocukluğumda yaptığım ilk saptamaydı mesela. Sizin de var mı?
İlk ve ortaokulu Merzifon'da okudum. Dedelerimizin mezarlarını merak ediyordum çünkü mezar taşları yoktu. O zaman babama sordum neden bizim atalarımızın mezar taşı yok diye. Babam harf devrimi çıktığında bir kaymakamın gelip, kütüphane ve mezar taşları da dahil eski yazılı her şeyi 300 metrelik bir çukur kazıp, gömdüğünü anlattı. O zaman bu durum beni “Kitaplar neden yok edilir?” düşüncesine sevk etti. Merzifon'da halk kütüphanesi vardı, ilkokulda bütün çocuklar oynarken oraya giderdim, ders kitapları dışında şeyler okurdum. Annem yönlendirirdi, düşün o zamanlar ilkokulu bitirebilmiş sadece. Dayılarımdan biri Türkiye'nin ilk kardiyologlarındandı, diğeri diş hekimiydi. Babam da edebiyata meraklıydı. Yahya Kemal'le ilgili kitapları vardı. Bizim evde kitap okumayla ilgili bir kültür vardı. İlkokuldan mezuniyetim aklıma geliyor, evimiz büyük bahçeli, çok çiçekli bir evdi. Mezuniyet töreninde çiçek yoktu. Hocanın konuşması sırasında, ben de gittim bahçedeki bütün çiçekleri toplayıverdim onun için, bütün sınıf beni alkışlamıştı mesela. İlkokula 5 yaşında başladım, okumakta güçlük çekiyormuşum, annem de beni okumam için zorluyormuş, zora gelince sobanın altındaki kediyi görüp "Anne ben kedi olmak istiyorum" dermişim. Yine ilkokuldaydım, okula tek başına yürüyerek gidip geliyordum. Merzifon'da tavşan dağında rüzgar esiyordu. Rüzgara karşı yürüyemedim, ağlayarak eve döndüm, annem beni görünce güldü, elimden tutup, okula götürdü. Bunlar çocukluğumla ilgili ilk aklıma gelen anekdotlar.
-Son dönemde insanların en büyük sorunlarından biri mutsuz hissetmek... Acaba mutluluğun tanımı mı değişiyor insanların zihinlerinde. Siz bu mutsuzluk durumunu nasıl yorumluyorsunuz?
İnsanların mutsuz hissetmesinin 3 nedeni var. Bunlar da modernizmin beraberinde getirdiği nedenler: Birincisi; beklenti düzeyinin yükselmesi. 50 yıl, 100 yıl öncesine göre insanların hayattan ve kendinden beklenti düzeyleri yükseldi. Birkaç elbiseyle bir mevsimi geçirirken, şimdi dolabında 20 tane elbise var ama çoğunu kullanmıyor. Oysa bir insan 10 sene hiç kıyafet almasa var olanlar ona yeter. İhtiyacından fazlasını alıyor, moda ve tüketim kültürü insanı devamlı yeni şeyler almaya itiyor. İhtiyaçlar yapay bir hale geldi, ihtiyaç 1’se önceden, şimdi 10'a, 20'ye çıktı. Sırf üretimi artırmak için tüketimi yüksek tutmak gerekli. Bu da insanlara ‘varlık içinde yokluk’ hissettiriyor. "Filanca kişide var ama bende yok", "Benim elbisem modaya uygun değil", "Arabayı aldığımın üzerinden 1 sene geçti, değiştirmeliyim" gibi... Yapay bir mutsuzluk oluşuyor. İnsanlar alışveriş yaparken temel ihtiyaçlara göre değil, toplumun takdir ve övgüsüne göre hareket ediyorlar.
-Yapay mutsuzluk dediniz anlatırken, açabilir misiniz biraz?
Tolstoy diyor ya "Sıradan şeylerle mutlu olmayı öğrenmek", bunu yapamıyor insan. Küçük şeylerden, sıradan şeylerden mutlu olmayı başarabilmek lazım... Mutluluk Bilimi’nde bu, "Otantik Mutluluk" diye geçiyor zaten. Yani varken de, yokken de mutlu olmayı başarabilmek, zindanda da olsa, sarayda da olsa mutlu olmayı başarabilmek. İnsan her mevsimde meyve veren ağaç gibi her şartta mutlu olmayı başarabilmeli. Dış nedenli mutluluk var artık iç nedenli değil. Yani belli şartlara bağlı mutluluk; “Şuyum olsun mutlu olayım, buyum olsun mutlu olayım” düşüncesi hakim. Hâlbuki mutluluk şartlara bağlı değil, iç gerekçelerle mutlu olması lazım insanın. 90 yaşında bir yaşlıya soruyorlar, "Bu mutluluğu neye borçlusun?" diye, cevabı "Ben çalışmayan organlarımı değil, çalışan organlarımı düşünüyorum" oluyor. Mutluluğunun sırrını bu cümle anlatıyor. Çalışmayan organını düşünürse ya kalp krizi geçirirsem, ya tansiyonum yükselirse diye kendini hasta edebilir. Çalışan organları düşünmeye zihinsel olarak kendini yönlendirmiş. İç motivasyon var burada. Beklenti yükseldiği zaman, şartlara bağlı mutluluk oluşuyor. Bu da modern insanın birçok şeye sahip olduğu halde mutlu olamamasının bir diğer nedeni, diğeriyse sosyal hareketlilik, ekonomik hareketlilik çok arttı. Zaman yetmiyor insana, zaman baskısı var. Zaman baskısı 50 yıl önce yoktu. Çünkü komşusunun kızıyla evlenirdi, babasının işini devam ettirirdi, sedanter(sakin) bir hayat sürerdi. Ekonomik ve sosyal hareketlilik sınırlıydı, erkenden yatardı mesela. Bu da ona yeterdi. Ama şimdi öyle değil; televizyon var, sosyal hayat var. Ekonomik hareketlilik, sosyal hareketliliği beraberinde getirdi. Sosyal hareketlilik de stres olarak döndü insana. Stres tanımı 1960'lardan sonra psikolojiye girdi, ondan önce yoktu.
-Ne oldu da stresin esiri olduk peki Hocam?
Endüstri devrimi oldu. İlk stres kelimesi de madenlerin birbirine basınç yaptığı durumları tanımlamak için kullanıyor. Daha sonra endüstri devriminin kültür haline gelmesiyle de insanlara etki etmeye başlıyor. İnsan eskiye göre daha hızlı yaşıyor ve zaman fakiri. Bu da stres seviyesini yükseltiyor ve sahip olduğu küçük şeylerle mutlu olmasını engelliyor. Sabah işe gidiyor, akşam çıkıyor, büyük bir yoğunluk; çocuğuyla ilgilenemiyor, ailesiyle yeterince birlikte olamıyor, kendine zaman ayıramıyor. Bu gibi durumlar da kişinin mutlu olmasını engelliyor. Bir üçüncü neden de sosyo ekonomik dayanaklar zayıfladı. Yalnızlaştı insan, eski çağlara göre insanlar daha çok şeye sahip ama yalnız. Bireyselliği bencilliğe dönüştürdü. Benmerkezciliğin sonucu da zaten yalnızlık oluyor. Hatta bu popüler psikiyatride Kaliforniya Sendromu diye bilinir.
-Kaliforniya Sendromunu biraz açıklayabilir misiniz?
Bu sendromun birinci özelliği hedonizm yani zevkçilik. İkincisi benmerkezcilik. Bir insan zevki de, egoyu da seçerse değerlilik ölçüsü değişiyor kafasında; zevkime uygunsa iyidir düşüncesine dönüşüyor. Değerli olan olmayan, benim için uygun olan olmayan... Bunlara frontal lob karar veriyor biliyorsun. Frontal lobtaki o karar verici sistemi, filtre sistemini, değerlilik ölçüsünü yanlış çalıştırıyoruz biz. Hatta bir iş adamı Marmaris'e balık tutmaya gidiyor, bir arkadaşı da diyor ki; "Böyle çok mutlusun, burada kalsana", adamın cevabıysa "Balıklar beni alkışlayamıyor ki" oluyor yani zevk peşinde koşuyor, narsizmi besliyor. Benmerkezcilik zaten narsizmin ana semptomu; kendine hayran olan, kendini toplumun merkezinde gören… Her şey kendi şartlarına uysun olsun istiyor.
-Modernizmle birlikte narsizim de arttı o zaman...
Modernizim narsistik bireyleri arttırdı. Narsistik kişilik bozukluğu toplumda belli bir oranda varsa; kültürel narsizim, etnik narsizim de buna dahil hazcılık hedonizm, egoizm ve yalnızlığı da beraberinde getiriyor. Eşi hasta oluyor, "Dünyaya bir kere geldim ben, onun kahrını çekemem" diyor. Çocuğu hasta oluyor ilgilenmiyor, “Yaşlılarla sosyal kurumlar ilgilensin” diyor. Bunların sonucunda yalnızlık ve mutsuzluk ortaya çıkıyor. İnsan sosyal bir varlıktır çünkü. Hatta farelerle ilgili bir deney var, fareleri kokaine bağımlı hale getiriyorlar. Düğmeye bastıkça içiyor, içtikçe şuursuzca basmaya devam ediyor, kokain bağımlısı oluyor ve ölüyor. Daha sonra kokain bağımlısı yaptıkları bir fareyi sosyal ortama, çiftlik gibi bir yere koyuyorlar. Yavruları var, oyukları var. Fare kokain içmekten vazgeçiyor, onların arasına giriyor, bağımlılıktan kurtuluyor. Fareler de bile sosyal işbirliği bağımlılığı azaltıyor. Yalnızlığın bağlanma nesnesi olarak maddeyi görüyor insan. Kişinin sosyal desteği iyiyse bağlanma modeli olarak maddeye ihtiyaç duymuyor. Bakıyorsun ailesiyle, arkadaşlarıyla güvenli bağlanmayı sağlıyor. Güvenli bağlanmayı sağlayınca da madde bağımlılığı ortadan kalkıyor. Depresyon riski azalıyor. Modernizm bu bağlanma şeklini bozdu. Bağlanma duygusunu, bağlanma nesnesini değiştirerek insanı yalnızlaştırdı.
-Hedonizm dedik ama herkes keyif almayı seviyor, aradaki ince çizgi nerede?
Kişinin zevk aldığı şeylerin doğal olması gerek. Koşmasıyla beraber aldığı zevk gibi… İnsanın diğer canlılardan farkı ödülü ertelemeyi başarması… Bir amacı olacak ve o amaca yönelik ödülünü erteleyebilecek. Duygusal beyin çalışmalarında lokum testi vardır çocuklarla yapılmış; anaokulu çocuklarına kutularla lokum götürüyorlar: "Bu lokumu isteyene hemen bir tane vereceğiz ama 15 dakika bekleyene daha çok vereceğiz" diyorlar. Bir grup hemen istiyor, diğer grup da 15 dakika oyalanıyor, tutuyor kendini, onlara istedikleri kadar lokum veriyorlar. Yirmi sene takip ediliyor bu çocuklar. Duygularını erteleyebilenlerin duygusal zekaları yüzde 20 yüksek çıkıyor. Karşı cinsle daha rahat arkadaş olabiliyorlar, sosyal işbirliğinde daha başarılılar. Yani kısa vadeli zevkler peşinde koşmak kişinin yararına değil.
-Hedonizmin sınırını nasıl çizmeli insanlar? Sınır çizilebilir mi?
Hedonizm insanın psikolojik doğasının gereği ama belli bir hedefi, yüksek bir ideali varsa o anki zevkinden vazgeçmesi lazım. Hedonizmin en büyük düşmanı amaçtır. Ben diyelim ki doçent olmak istiyorum günde 1-2 saat yabancı dile çalışmam gerekiyor, bir idealim var çünkü ama öyle bir isteğin yoksa çalışmıyorsun. Hatta çalışanlara içlerinden üşengeçlik geldiği zaman hemen "Niçin çalıştığını hatırla" diyoruz. Neden çalıştığını hatırladığı zaman içindeki çeldiricilere, yoldan çıkarıcılara direnç gösterebiliyor. Yine frontal bir fonksiyon. Modernizm "Anı yaşa" diye bir felsefe geliştirdi, hâlbuki bunun doğrusu "Anda yaşa"dır. Bugünde yaşasın, geçmişi, geleceği takıntı yapmasın. Bu anda yaşasın ama sadece bu anı yaşamasın. İnsanın gelecekle ilgili de bir stratejisi olması lazım. Olması gereken “Anda yaşa” felsefesi, kişinin bugüne odaklanması gerektiğini anlatan kavramı “Anı yaşa” diye değiştirerek ,geleceği yok saymak, umursamamak tarzında amaçsız bir insan tipine sebep oluyoruz farkında olmadan. Bu da hedonizmin olumsuz kullanımıdır.
-Aile kurumunun geleceğini nasıl görüyorsunuz? İnsanlar artık birbirine katlanamaz oldu. Evlilik süreleri çok kısaldı, aile kurumu ortadan kalkacak mı sizce, öyle bir gidişat var gibi?
Gelişmiş ülkelerdeki bazı çift terapistleri çok ümitsizler ve boşanma terapisti gibi çalışıyorlar. "Yüzde 50 başarısız olan bir kuruma yatırım yapılmaz. Yüzde 50 kaybedeceğin bir işe girmezsin. O halde evliliğe de ne lüzum var?" diyorlar. Ama bu bir sonuç, sebep değil. Evliliğin kötü sonuçlanması insanın işbirliği kurmayı becerememesiyle ilgili bir durum. Aşk sebep midir sonuç mudur? Şu an modern yaşam aşkı sebep olarak görülüyor. “Aşıksan evlen, değilsen evlenme!” diyor. Hâlbuki iyi aşk, artı iyi işbirliği olduğunda aşk ömür boyu sürüyor. İyi işbirliği kuramazsa aşk buharlaşıyor. O yüzden iyi işbirliği kuran kişiler birbirlerine aşık olmasalar da sonradan aşık olabiliyorlar. Gerçek aşk iyi işbirliğinin sonucudur. Geçici aşklar da iyi işbirliği kurma becerileri yoksa ego savaşları başlar, “Ben haklıyım”, “Sen haksızsın”a döner mesele. Evliliğin üç dönemi var birincisi romantizm, aşık olunan dönem. Evlilik ilerleyince de kaçınılmaz olarak ikinci döneme giriyorsun, yani kişilik çatışmalarının, güç çatışmalarının yaşandığı dönem. Araştırdığında görüyorsun ki; bu dönemde kadın kendini çocuklarına, erkek de işine vermiş. İkisi de çalışıyorsa işe odaklanmışlar, birbirlerine olan ilgileri azalmış. Evlilik mangalda ateş yanar ya onun gibi bir şeydir. Beslenirse devam ediyor, beslenmezse sönüyor, çok uzak kalırsan iyice sönüyor. Çok yakınlaşırsan da yakıyor çünkü yapış yapış ilişkiler de zarar veriyor. O mesafeyi doğru tutarak işbirliği kurabilmek mesele. Sıcak ve ölçülü bir ilişki kurmalı. Güç ve kişilik çatışması yaşanınca da taraflar bu duruma akıllıca çözüm bulabilirlerse evlilikte bağlılık, olumluluk dönemi başlıyor.
-Kaç yıl sürer Hocam bu dönem?
50 yıl sürüp de halen çatışma dönemi devam edenler bile var.
Uzun süren evliliklerin bir sırrı var mı?
Bazen gençler nikahlarına çağırıyorlar beni, 4S kuralından bahsediyorum ben de onlara, yani sevgi, saygı, sadakat, sabır. Dördü varsa o evlilik bir şekilde yürüyor. Bir evlilikte kriz olmayacak diye düşünmek çok gerçekçi değil ama 4S kuralı varsa sürüyor. Kriz olmaması insan doğasına aykırı. Çünkü farklı ortamlarda büyümüş iki kişi bir araya geliyor, farklı hayat senaryoları var ve evlilikle birlikte hayatlarındaki aktör değişti. Aktör değişince o senaryoyu yeniden yazmaları lazım. Çoğu yazmıyor, aynı senaryo devam etsin istiyor. Olmuyor ki!
-Biz eşimle birlikte büyüdük sayılır Hocam, erken evlendik çünkü, bu da ayrı bir bağ oluşturuyor galiba?
Buna Mikelanj fenomeni deniyor. Mikelanj fenomeninde beyinde nöroplastisite oluşuyor, birbirlerine güçlü bağlarla bağlı olan kişilerin beyinleri birbirini aynalıyor. O daha bir hareketi yaparken ne istediğini anlıyorsun.
-Yeni bir bilgi var Hocam; uzun süre arkadaşlık yaptığınız insanlarla benzer düşünmeye başlıyorsunuz, evlilik süresi uzadıkça da aynı süreçler oluyor.
Sen de biliyorsun ki beynin yüzde 20'si ayna nöronlar. Ayna nöronlarla o iki yakın insan birbirini sezgisel olarak algılıyorlar. Ve benzer tepkileri veriyorlar, uyum oluyor bu sefer.
-"Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" lafının bilimsel kanıtı bu değil mi?
Birlikte yaşadığı kişinin boyasını boyar kişi. Onun ahlakıyla, huyuyla benzeşir bir süre sonra. Arkadaşlıkta, dostlukta huy bulaşıcıdır.
-Sosyal medya kişilik bozukluklarının ortaya çıkışını tetikliyor mu? Sosyal medyayla birlikte yeni psikiyatrik hastalıklar tanımlandı mı?
Sosyal medyayla birlikte biz bir test geliştirdik ve FOMO (Fear of Missing Out)adını verdik. Online olamadığın zaman yaşanan huzursuz olmak durumu sanal bağımlılık, davranışsal bağımlılık olarak geçiyor. Sanal bağımlılıklarda kişide tıpkı uyuşturucu bağımlılığında olduğu gibi aynı ödül ceza sistemi işliyor. Olmadığı zaman krize giriyor. 8 tane belirtisi var bağımlılığın mesela. Birisi aşırı zihinsel uğraş, diğeri planlanandan daha fazla zaman harcamak yani "iki dakika şu sosyal medyama bakayım" diyip, bir saat geçtiği halde hala başından kalkamamak. Üçüncü belirtisi bağımlılığın günlük yaşam aktivitelerini bozması. Ulaşamadığı zaman krize giriyor.
-“Yoksunluk var mı?” diye soracaktım ben de...
Yoksunluk belirtisi gibi; sinirleniyor, öfkeleniyor, hırçınlaşıyor. Bağımlılığın ana semptomu olarak kişinin kontrol kaybı kabul edildi. Kontrol kaybı yaşıyorsan yaptığın işle ilgili bağımlılık vardır. İlla yoksunluk olsun, illa krize girsin durumu artık bağımlılıkta ana semptom değil. Nöroplastisitenin bozulduğunu gösteren en önemli şey, kişinin kontrolünü kaybetmesi, fazla zaman geçirmesi, dürtülerini kontrol edememesi ve tehlikeli kullanması… Mesela araba sürerken sosyal medyayla ilgilenmek tehlikeli kullanıma giriyor. Bu bağımlılık işaretidir.
-Bizi sosyal medyaya bu kadar bağlayan nedir sizce?
Sosyal medyada müthiş bir cazibe var. Çekici çünkü 24 saat ulaşabiliyorsun. İnsan beyni sanal gerçeklikle fiziksel gerçekliği benzer algılıyor. Kişi evinin güvenli ortamında bilgisayarındaki sanal dünyada eğleniyor, geziyor, koşuyor, yarışmalara giriyor müthiş bir coşku, heyecan ama bu gerçek değil. Elektronik fon transferi sanaldır. Bir şifre giriyorsun, tuşa basıyorsun, oradan oraya 10 bin dolar transfer ediyorsun. İşlem sanal fakat sonuç gerçek… O halde sanal aslında sanal değil, gerçek. Bilgisayara giriyor, her türlü tehlikeli oyunu oynuyor, yalan söylüyor, onu bunu öldürüyor Ama sonuç gerçek. Beyin onu gerçek gibi kaydediyor.
-Dissosiyatif (Çoklu Kişilik Bozukluğu) bir durum mu oluşuyor hocam?
Belli bir süre oynayıp bırakabiliyorsa kişide kontrol kaybı yok demektir. Kontrol kaybı varsa kişinin hayatının merkezine artık o gelmiştir, hayattaki tek ilgi alanı o olmuştur.
-Kişilik patolojisini tetikliyor mu?
12 tane ana kişilik var. Bu kişiliklerde kişi belli bir kümedeyse empati kuramıyor. Empati kuramayanlar anti sosyal kişiler, narsist kişilerdir ve daha büyük bir risk grubundadırlar. İnsanlardan hep övgüyle beslendikleri, başarı ya da sonuç odaklı hareket ettikleri ve empati yapamadıkları için benmerkezci olma eğilimleri daha fazla. Bu kişilik yapısını kişilik bozukluğuna dönüştürüyor sosyal medya bağımlılığı. İnsan, kişilik bozukluğunda özeleştiri yapamaz ve bunu gerçeklik olarak kabul eder. Bu değişmiyor. Bağlanma probleminin ön planda olduğu kişilik kümesindekiler de risk grubunda. Güvenli ve organize bağlanmayı beceremedikleri için kaçıngan, kaygılı bağlanma gibi bağlanma modelleri var. Bağlanmayı yönetemiyorlar.
-Cep telefonuyla devamlı uğraşmayı da bir bağımlılık gibi değerlendirebilir miyiz?
Tehlikeli kullanım, zararlı kullanım, günlük yaşam aktivitelerini bozarak kullanım varsa ve hayatın ana merkezine alınmışsa cep telefonu hastalıktır bu. Tek ilgi alanı cep telefonu olmuşsa kişinin, bu artık patolojik bir durumdur. Normal yaşantısını bozduğu için tedavi gerekiyor, kişinin kendi kendine bunu düzenlemesi gerekiyor. Düzenlemezse beyindeki ödül ceza sitemi bozulduğu için kendi kendini yönetemiyor demektir.
- Sosyal medya bağımlılığının kişilik bozukluğu boyutu nasıl oluyor?
Yalan söylüyor, rahatlıkla kendi kimliğini gizliyor, insanları etkiliyor, buluşuyor, aldatıyor ve bunu bir oyun gibi yapıyor. Sanal gibi başlıyor sonunda gerçek olabiliyor. Sosyal medyayla ilgilenen çocuğun ebeveyn gözetimi altında olması lazım, anne baba gözetimi olmadan çocuğu sosyal medyanın içine bırakmak ergenlik öncesi özellikle tehlikeli durumlar yaratabilir. Bazıları “15 yaşına kadar cep telefonu vermeyin çocuklara” diyor ama bu gerçekçi bir yaklaşım değil. Bütün arkadaşlarında varken ona vermemek olmaz. Çocuğa telefonu akıllıca kullanmayı öğretmek gerek. Evde anne baba cep telefonunu doğru kullanıyorsa, çocuk da büyük ihtimalle doğru kullanır. Anne babanın elinden cep telefonu düşmüyorsa, çocuk da bunu normal görüyor. Anne baba çocuğuna günü planlamayı öğretirse, cep telefonundan, sosyal medyadan korkmasın. Diyelim ki çocuk saat 3'te eve geldi saat 5’e kadar serbest zamanı olsun, ne isterse yapsın. Ama 5'te dersinin başında olması gerek. Saati geldiğinde kendi kendine oturması gerek. Bazen 5 dakika geciktirir, annesini kontrol eder. Siz ısrar ettikçe söz verdiği için oturur, sonrasında otomatik olarak yapmaya başlar. Zamanını planlamayı öğreterek, gelecek planlamayı öğretiyorsunuz aslında. Sosyal medya kullanma cenkleşmesine girmek yerine çocuğa günü planlamayı öğretmek önemli.
-Ama yine de internette ne yaptığını da bilmek gerekiyor değil mi? serbest zamandan denetimsizlik anlaşılmasın Hocam.
Serbest zamanında da olsa sosyal medyada nereye giriyor, kiminle konuşuyor onu anne babayla paylaşması gerek. Yanlışı da paylaşmayı öğretmek lazım çocuklara… "Bu neden yanlış anne, neden yanlış baba?" diyebilsin. Anne, babasıyla, yanlışı ve doğruyu konuşabilirse çocuk, sosyal medya da onun gelişimine katkı sağlar. Mesela oyunlar stres altında soğukkanlı kalma becerisi kazandırır çocuğa. Oyunu yasaklamayalım ama istediği zaman da onu bırakabilmesi gerektiğini öğretelim. Çocuğu hayatın gerçeklerinden kopartarak, sera çiçeği gibi büyütmek yerine hayatın içinde olmasını sağlayalım. Özdenetimini bozmadan, nerede duracağını bilmeyi öğrenerek büyümeli çocuk burada da anne babanın kılavuzluğu çok önemli.
-Her anne baba bunu beceremiyor ama ne yazık ki...
Anne baba yapmazsa, çocuk da yapmıyor. Evde gerilim oluyor, çocuk sosyal medyayı sığınak olarak görüyor. Evin fırtınalı havasından kurtulmak için sosyal medyaya sığınıyor. Sosyal medya birçok problemin sebebi değil sonucu da aynı zamanda.
-Şiddet dünyada ve buna paralel olarak bizim toplumuzda da arttı. Şiddet artışının bir kırılma noktası var mı?
Günümüzde dürtüsel şiddet var. Çünkü benmerkezci insan bir engelle karşılaştığında bunu aşılması gereken değil de, yıkılması geren bir engel olarak görmeye başlıyor, ezip geçerim diye düşünüyor. Bu antisosyal bir özelliktir. Öfke kontrolü sözcüğünün arkasında benmerkezcilik var. Günümüzde bireysellik adı altında egosundan daha büyük organı olmayan insanlar mevcut. En büyük organı ego... Egosu yüksek olan insanda büyüklük duygusu vardır yani karşı tarafı değersizleştirir. Biraz argo bir tabir olacak ama büyüklük duygusu sarımsak kokusu gibidir. İnsan sarımsak yediyse istediği kadar karanfil çiğnesin karşı taraf anlar.
-Kibir saklanamıyor yani?
Uzun ilişkilerde daha çok anlaşılır; çıkar çatışması olduğu zaman, uzun bir yolculukta, alışverişte bir insanın kibirli olup olmadığını anlayabilirsiniz. Kibir anlaşıldığı için de giderek yalnızlaşıyorlar, çünkü verici olamıyorlar, adil davranamıyorlar. Bir pasta paylaşılıyor mesela en büyük payı kendi almak istiyor.
-Bunu da hakkı olarak görüyor değil mi?
Evet, hak duygusunu da kendine yönelik algılıyor. “Ben özelim, en büyük parça benim olmalı” diyor. Kardeşlerden birisini prenses gibi ya da evin küçük hükümdarı gibi büyütürsen diğer kardeşlere göre en büyük payı alma hakkını kendinde görüyor çünkü öyle eğitiliyor. Kardeş kavgası çıkıyor sonucunda. Adil paylaşımın en büyük düşmanıdır benmerkezcilik. Adil paylaşımın olmadığı yerde de şiddet oluyor.
-Benmerkezcilik yetiştirmeye mi bağlıdır, yine burada her şey ailede mi bitiyor?
Benmerkezcilik genetik mi değil mi diye bir çalışma yapılmış. Anaokulu çocuklarına dörder tane çikolata veriyorlar, herkes bunları alıp, yiyor ve sonra da dağılıyor, sorun yok. Aynı sınıfta daha sonra çocuklardan birine bir, diğerine üç, birine de 7 çikolata veriyorlar. Çocuklardan birine de hiç çikolata vermiyorlar, bir müddet sonra bakıyorlar ki müthiş bir kavga çıkmış. İnsanda adil paylaşım konusunda bir gen mi var diye araştırılıyor. Çünkü daha o çocuk hak duygusunu öğrenmemiş. Paylaşım duygusunu tam öğrenememiş anaokulu çocuklarının arasında kavga çıkması paylaşımla ilgili bir gen mi var diye düşündürtüyor bilim insanlarını. Adil paylaşımın olmadığı yerlerde kavga, öfke oluyor. Toplumsal şiddetin en büyük nedeni, -tarihte de öyle- gelir adaletsizliğidir. ABD dünyanın yüzde 5'i ama kaynakların yüzde 25’ini tüketiyor. Avrupa'da da aynen öyle, insanlar da oralara göçüyorlar. Hayranlıktan değil, mecburiyetten. Bu gücün olması aslında gelir adaletsizliğin sonucudur ve dünyada Hitler’in ortaya çıkmasının nedeni o dönemde Almanya'da yaşayan Musevilerin aşırı zenginleşmesiydi. Hitler de bunu kullandı. Dünyada gelir adaletsizliği var, Birleşmiş Milletler de bununla ilgili hiçbir şey yapmıyor mesela. Bu da politik ve sosyal şiddete götürüyor insanları ama bireysel şiddette de bunun payı var.
-Savaşların evrimi konusuna değinmek istiyorum. Psikolojik savaş en çok üzerinde durulan ve aslında bu anlattıklarınızın hepsi bir savaş. Artık savaşların türü mü farklı?
Enteresandır birkaç hafta önce Genelkurmay Başkanı YÖK'te bir toplantı yaptı tüm rektörlere. Ben Genelkurmay Başkanlığının böyle bir vizyon değişimi yakalamasına şaşırdım ve sevindim. Genelkurmay Başkanı şu anki durumu "Ulusal güvenlik kavramı değişti, sınır güvenliği yok, artık insan güvenliği odaklı politika yapıyoruz" diye anlattı. Ve "Daha önce sınır savaşları vardı, şimdi onun yerini hibrit savaşlar aldı. Eskiden istihbarat almaya çalışırdık, şimdi dezenformasyon var, doğru bilgiyi ayıklamak da zorlanıyoruz" diye ekledi.
-Siber savaş durumları gerçek oldu yani?
Evet, psikolojik savasın en büyük yöntemi bilgi savaşı, kullandığı alanda internet. Zaten psikolojik savaşta mermiler sözler ve kelimelerdir. Top tüfek yerine kullanılan silahlarda en önemli şey karşıt fikirler oluyor. Psikolojik savaşta yetiştirilmiş fikirler var, bir ülkeyi karıştırmak için nasıl bir fikir ortaya atıp, bunu topluma anlatırsam kavga çıkar üzerine eğitilmiş fikirler bunlar. Irak'ta senelerce camilerde bombalar patladı, arkasından mezhep duyarlılığı olan camilerde bombalar patlatıldı ve mezhep savaşları başladı. Bunun arkasından Işid gibi bir güç orta çıktı ve bu şekilde bir hakimiyet kurmaya çalışıyorlar Ortadoğu'da. Mezhep farklılıkları üzerine yetiştirilmiş fikirler var, o fikirler üzerinde projeler yapılmış, bunlara da ‘vekalet savaşı’ deniyor. Terör örgütleri birileri adına savaşıyor. Günümüzün savaş stili değişti, şu anda postmodern savaş şeklinde devam ediyor.
-Artık savaş hep var yani değil mi?
Var evet, daha önceleri bu sınırlıydı; savaşlar radyo ve televizyonla yönlendirilmeye çalışılıyordu. Şu anda sosyal medyaya baktığınızda Suriye'de savaşanlar cep telefonuyla konuşuyor cephede. Bu da demek oluyor ki; sosyal medya her yere ulaşıyor ve her yerde kullanıyor.
-Çok da kontrolsüz büyüyor, dünya artık bir strateji de geliştiremiyor sosyal medyayla ilgili.
Davos'ta Prof. Hariri konuşma yaptı ve zihin kontrolü dönemine girdiğimizi söyledi. Artık insanlar tuşlarla yönetilecek. Sadece komplo senaryosuymuş gibi dursa da, 5-10 sene içinde insanların deri altlarına enerjisi birkaç sene yetecek küçük piller yerleştirilerek kişiler yönlendirilebilir ve ne yaptığı, nereye gittiği bilinebilir hale gelecek belki de. Daha önce enerji kaynağı bulamıyorlardı, şimdi o da bulunabiliyor.
-Biz Nörobilimcilere hiç de uzak gelmiyor bu anlattıklarınız... Ama insanları da paranoyaklaştırmak istemem...
O nedenle kanıtsız konuşmamak lazım ama çeşitli yazılımlarla, radyo frekans dalgalarıyla beyni etkilemeye çalışan askeri projeler de var hali hazırda. Bu olacak, kötü amaçlı da, iyi amaçlı da kullanılabilir ama bizim iyi amaçlı kullanım üzerine etik duyarlılık geliştirmemiz gerekli.
-Sizce bir insanın kendisini en iyi şekilde besleyecek eylem biçimi hangi yönümüzü besleyendir? Kendimden örnek verirsem, bir canlıya faydalı olduğum hissi benim için her türlü maddiyattan öte. Teşekkür eden bir bakış bana dünyayı veriyor. İnsanlar kendilerini iyi hissetmek için ne yapmalılar?
Burada tek doğru yok, kişiye göre değişiyor bu doğru. Mutluluktan, iyilik halinden ne anladığın önemli; kişinin iyilik hali bencil bir iyilikse, mutluluğu bencil bir mutluluksa, sadece kendi mutluluğunu düşünüyorsa o kişi iyilerden olmaz, kötülerden olur. İnsanları iyiler ve kötülerden oluşan iki gruba ayırırsak ama… Bunu yaparken de Nörobilimin referanslarıyla değerlendirelim; duyguları daha önce bu derece ikiye ayırmıyorduk çünkü. İnsanlarda iyicil ve kötücül duygular var, ön beyin bu ikisi arasında dengeleme yapıyor. Frontol lob eğitimi önemli, beynin kaptan köşkü frontal lobtur biliyorsun. Bir gemi düşünün nereye gideceğini biliyorsa rüzgar ona yardım eder ama bilmiyorsa sürüklenir gider, yelkenini yönetemez. İnsan da hayatta bir haritada gibidir. Nerede olduğunu bileceksin, nereye gideceğini bileceksin ve yolunu çizeceksin. İnsanın hayatta amacı ve farkındalığı varsa ki duygusal zekanın dört adımı var; öz bilinç, özyönetim, sosyal bilinç ve ilişki yönetimi, bu dördünü yapabiliyorsa kişi bu durumda küçük şeylerden mutlu olmayı becerebilir. İnsanların iyi hissetmesi için iki cümle kur derseniz, birincisi “Sıradan şeylerden mutlu olmak”, ikincisi “Dünyayı değiştirmek yerine, kendimizi değiştirelim” olur. Bunları yaparsa her ortamda mutlu olmayı başarıyor insan. İyilik hali ortaya çıkar. Başkasını mutlu ettiğinde kişinin kendisinde de aynı anda mutluluk hormonları ortaya çıkıyor. Budist rahipler üzerinde bir çalışma yapıldı. Önce Amerikalı birine vücudu yanmış insan resmi gösteriliyor, beynin tepkisine bakılıyor, Budist rahibe de aynı resim gösteriliyor, onun da beyin tepkisine bakılıyor. Ortalama bir Amerikalının beyninde nefret, korku etkinliği başlıyor. Budist rahibin beynindeyse şefkat ve yardım etmeyle ilgili bir etkinlik başlıyor. Budist rahip bunu genlerinden almamış, eğitimle geliştirmiş. Yardım etme duygusuyla kişi kendini mutlu ediyor aslında. O nedenle sosyal işbirliği ve sosyal duyguları geliştirmek mutluluğun önemli bir formülü. İnsan sosyal bilinçle, sevdikleriyle mutlu olmayı başarabilir, tek başına değil. Bireyin mutluluğu değil takımın mutluluğunu öğrenmek gerek. İhtiyacı olduğu zaman onu yarı yolda bırakmayacak bir kişinin varlığını hissetmek insana kendini güvende hissettiriyor. Bu bizim kültürümüzde dostluk diye geçer. Takım mutluluğu dedik ama bir de toplam mutluluk var, yani sürdürülebilir olması önemli. Kişinin şu an mutlu olması yetmez, “Beş sene sonra da mutlu olabilecek mi, doğru bir çizgide mi gidiyor?” sorularının olumlu bir cevabı olmalı. Ama günümüzdeki hızlı yaşantı “Bugün mutlu olayım da, sonrasında ne olursa olsun” felsefesi üzerine kurulu. O nedenle orta ve uzun vadede mutluluk gerekli. Mutluluk kalitesi toplam mutlulukla ölçülür.
Röportaj: Sevda SARIKAYA
Milliyet
Okunma : 7280