TARHAN Ailesinin Soy Ağacı

DEMOKRASİ AİLEDEN BAŞLAR

TARHANDemokrasi kültürünün değer yargıları nelerdir? Demokrasi yönetim biçimimi mi, yaşam biçimi mi? Demokrasi bir hak mı, bir yöntem mi? Demokrasi batı değeri mi, insanlığın ortak değeri mi?  Kişi demokrat olabilir mi?  Özgürlükçü demokrasi evet ama militan demokrasi olabilir mi? Bir yönetim hem demokrat hem dindar olabilir mi?  Bu soruların cevabını vermeye çalışacağım.

Doğu toplumları batının ortaçağda yaşadığı tecrübeyi şimdi yaşıyor. Hız çağındayız  batının 400  senede elde ettiği tecrübeyi biz 40 senede elde edebiliriz. Çözüm: Toplumsal barışın sağlanmasının sosyo-psikolojik formülü olan doğru demokrasiyi kültür haline getirmektir.

Dini öğretilerde ve başta Kur’an-ı Kerim kutsal metinlerimizde yönetimle ilgili konularda hep adalet ve şura vurgusu vardır. Dinde zorlama olmadığı vurgusu öne çıkar. Böylece demokrasi kültürü ile İslam dini arasında bir doku uyuşmazlığı olmadığını anlayabiliyoruz. Hesap verebilirlik zaten semavi öğretilerin çok  temas ettikleri bir değerdi. Toplumun çoğunluğunun istemediği bir ortamda İslam’ın zorla uygulanmasının şer’i dayanağı konusunda İslam alimleri ne diyor bilmiyorum. Ben demokrasiyi yaşam biçimi haline getirmenin evinde ve özel hayatında demokrat olmanın kötülükle mücadelenin zor ama geçerli ve güvenli çağdaş yöntemi olduğuna inanıyorum.

Amaç adaletse bu çağın yöntemi demokrasi mi?

Avrupa ve Amerika kıtaları asırlarca süren iç savaşları birinci ve ikinci dünya savaşları gibi bedeller ödeyerek ve demokrasi kültürüne geçişi başararak bitirdiler. Böylece toplumsal barışı sağlayabildiler.

Aynı tarihlerde doğu toplumları otoriter  ve totaliter yönetimlerce yönetiliyordu. Büyük iç savaşlar yoktu. Ancak o tarihlerde adaleti sağlamak için sistem değil yöneticilerin hukuk anlayışının adalete uygunluğu yeterli olmuştu.

Günümüzde ise batı demokrasi kültürünü oluşturarak toplumsal barış için gerekli olan adil paylaşımın asgari şartlarını sağladı. Fakat doğu toplumları yaşadıkları ekonomik ve siyasi savrulmalar ile hem hukuk anlayışında adaleti önemsemeyen liderlerce yönetilir oldu, hem de demokrasi kültürü oluşturamadılar.

Uzun süren iç savaşlar, bizzat kilisenin baskıcı ve adil olmayan kendi çıkarlarını ön plana çıkaran uygulamaları adaletsiz yönetimlerin kötü sonuçlarının yaşanması batıda adil yönetimi sistematize etme zorunluluğunu ortaya çıkardı. Bunun için muhalefetin varlığı gerekiyordu. Çünkü hiç bir lider kendisinden beklenmedikçe adil olamıyordu. Hitler gibi başarılı ama zalim insanlar çıkmamasının tek yolu bu idi.

Şura geleneği, uzlaşma kültürü ve demokrasi ilişkisi

Emeviler dönemi istibdatın yeniden dirildiği ve kurumsallaştığı bir dönem olmuştu. Rivayete göre Halife Muaviye istişare esnasında bir sahabeye sorar “Neden susuyorsun” o da cevap verir, “ Yalan söylesem Allah’tan korkuyorum, doğruyu söylesem senden korkuyorum” diye. Tartışarak uzlaşma yoktu. Böyle bir ortamda adalet sağlanamadığı gibi toplumsal barış oluşamamış ve yetenekler hiç gelişememiştir.

Benzer kilise baskısının yaşandığı kıta Avrupa’sında ve özellikle İngiltere’ de başlayan meclis sistemi ‘tartışarak uzlaşmayı başarma’ geleneğini ete kemiğe bürünür hale getirdi. İleri yıllarda Dünya da kabul gördü.

Aslında doğu toplumları “Şura” geleneği ile uzlaşma kültürünü hayata geçirmeyi başarmışlardı. Vakıf medeniyeti kurumları ve Ahi teşkilatı Osmanlının mahalle meclisleri olarak çalışıyordu.

Fakat taassubu istişareye tercih eden, despotizmi şuranın yerine koyan, baskıcılığı  özeleştiri yerine kullanan, tahakkümü sorun çözme metodu olarak uygulayan son dönem Müslüman toplumlar dini fanatizmin yaygınlaşmasına neden oldular. Bunun sonucunda Şura geleneğini demokrasi adı altında batıdan almak zorunda kaldık.

Türkiye’de durum

19-20-21.Dönem TC Başbakanı Merhum Adnan Menderes’in yaşadıkları ve yaşatıldıkları iyi analiz edilirse demokrasi kültürünün önemi çok daha iyi anlaşılır.

27 Mayıs 1960 sonrası Yüksek Adalet Divanı yani Yassıada mahkemeleri denilen aslında Yüksek İnfaz Kurulu demenin daha doğru olduğu bir yargılama süreci yaşanmıştı. 15 kişi idama, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi değişik hapis cezalarına çarptırılırken 123 kişi de aklandı. Bu yargılama süreci Milli Birlik Komitesi idam cezalarından üçünü onayladı. Tutuklu bulunan Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 16 Eylül 1961'de, idam edildi.

Toplumdan bir tepki gelmemesi üzerine Başbakan Adnan Menderes ise ertesi gün İmralı Adası'nda idam edildi. Tarihçiler Ankara’da 100-150 kişi hapse girmeyi göze alarak yürüseydi idamların yapılamayacağını söylüyorlar. Bu nedenle Demokratik tepkinin toplumda oluşturulan korku psikolojisi ile nasıl engellendiğinin bir örneğini yaşandı.

Neden bu üçlü idam edildi?

Bu üçlü Bağdat Paktı ve Ortadoğu coğrafyasının yeniden tanzimi için canla başla çalışmışlardı. 27 Mayıs kışkırtılmış iç olaylar için gerçekleşiyor fakat Dış İşleri Bakanı idam ediliyor çok ilginç bir ayrıntıdır. Uluslararası Sermaye böyle istemişti.

Aşağıdaki ansiklopedik bilgiyi okuduğumuzda 27 Mayıs öncesi toplumsal hareketlerin hiç tesadüfi olmadığı anlaşılacaktır.

“İktidar ve muhalefet arasındaki kavga 1960 yılından itibaren artık en yüksek haline ulaşmıştı. CHP Genel Başkanı'nın yurt gezileri engellenmek isteniyor, muhalif yazarlar tutuklanıyor basın sansürleniyordu. CHP'yi ihtilal hazırlığı içerisinde olmakla suçlayan iktidar. Nisan ayında basını ve muhalefeti soruşturmak amacı ile, gazete kapatmaktan, muhalif düşüncede olanları tutuklamaya kadar geniş yetkilere sahip bir Tahkikat Komisyonu kurdu. Bunun karşısında mecliste söz alan muhalefet lideri İsmet İnönü bunun demokratik rejim yolundan çıkıp bir baskı rejimi yoluna girmek olduğunu belirtti ve o ünlü sözünü söyledi: "Bu yolda devam ederseniz, ben bile sizi kurtaramam". Ancak 27 Nisan 1960 günü Tahkikat Komisyonu yasal olarak kuruldu. İnönü'ye 12 oturum TBMM toplantılarına katılmama cezası verildi. Olaya tepki gösteren CHP Grubu meclisten zorla çıkartıldı. Meclisteki kargaşa sokağa taşmakta gecikmedi. 28-29 Nisan 1960'ta İstanbul ve Ankara'da üniversite öğrencileri olaylı gösteriler yaptılar. Olayların şiddetle üzerine gidildi. Üniversiteler kapatıldı iki şehirde de sıkıyönetim ilan edildi. Demokrat Parti'li gençler 5 Mayıs 1960 günü DP liderine bağlılıklarını ifade etmek ve iktidara destek olmak için Ankara Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeyi planladılar. Ancak 555K parolasıyla örgütlenen muhalif gençler 5 Mayıs akşamı saat beşte meydanı doldurdular, arabasından indiğinde protestocular arasında kalan Başbakan Menderes tartaklandı, olay yerinden güçlükle uzaklaştı. 21 Mayıs'ta Harbiyeliler Ankara'da sessiz bir yürüyüş yaptı. Başbakan Menderes radyoda yaptığı konuşmalarla kışkırtmalara kulak asılmamasını söyledi. Ege Bölgesi'ne giderek İzmir, Bergama ve Manisa'da CHP'yi eleştiren konuşmalar yaptı. Wikipedia”

Milliyetçi duygular kışkırtılarak 1980 darbesi gerçekleştirildiği, laiklik hassasiyeti kışkırtılarak 28 Şubat Askeri müdahalesi gibi 27 Mayıs öncesi öğrenci hareketleri kışkırtılarak 1960 darbesi yapıldı.”

Bugüne dönersek Türk toplumu 1950 den sonra yaşadığı süreçte demokrasi kültürünü önemli ölçüde özümsedi ki yeni kışkırtmalar yapıldığı halde özellikle sonuç vermiyor. Alevi-Sünni, Türk Kürt kışkırtmaları Suriye olayları öncesi medyada çok dikkati çekiyor. Ancak siyaseti basireti bozacak sonuçlar ortaya çıkmıyor.

Demokrasi kültürünün “Değer Yargıları”nı dört ana başlıkta anlayabiliriz.

1-Otoriter olmamak, kendi fikrini zorla kabul ettirmeme, yani “Özgürlükçü olmak” fakat doğrulardan vazgeçmemek.

2-Totaliter olmamak, herkes benim gibi düşünsün dememek, yani “Çoğulcu olmak” fakat ilkelerden vazgeçmemek.

3-Eleştiriye açık olmak, muhalefeti dinleyebilmek, yani “Hesap verebilir olmak” fakat onurundan da vazgeçmemek.

4-Kararları birlikte almak, başkalarının görüşünü göz önüne almak, uzlaşmacılığı önemsemek yani “Katılımcı olmak” fakat değer yargılarını da savunabilmek.

Demokrasi aileden başlar derken bu kuralları ve değer yargılarını evinde partisinde şirketinde uygulayan insan gelişmiş insan olabiliyor.

Demokrat ol ama kuzu olma

Merhum Menderes’in 27 Mayıs 1960 İnfazı sürecinde mağdur, mazlum, işkenceden ezilmiş ruh hali bize demokrasinin bedel ödemeden elde edilemeyeceğine bir örnek oldu.

Onuru ile yaşayan, değer yargıları olan, ilkeli bireyler batı dünyasında 400-500 yıllık süreçte oluştu bizde 40-50 yılda alınan mesafe çok daha hızlı oldu. Bu sebeple Menderes ve üç arkadaşı demokrasi şehitleridir.

Türkiye 20 nci yüzyıldan bu dersleri alarak 21 nci yüzyıla girmeye çalışıyor. Toplum olarak mazlumlara sahip çıkmak sözde kalmamalı, ancak böyle olursa onurlu ve özgür yaşayabiliriz.

ÇOĞULCULUK

İnsanın ve tabiatın varoluşuna baktığımızda çoğulculuk ilkesinin esas olduğunu görürüz. Bu münasebetle çoğulculuk sadece insanı değil, doğayı ve doğadaki diğer varlıkları da kapsayan bir değerdir. Eğer yaratılmış olanlarda totaliterlik söz konusu olsaydı, insanlar tek çeşit yiyecekle karınlarını doyurur ve atmosferde tek bir mevsim yaşanırdı. Çoğulculuk bu yönüyle doğallığı savunmak anlamına da gelir. Çoğulculuğun olduğu yerde, hem çok seslilik hem de yarışma hissi vardır. Bu yarışmanın sonunda yetenekler gelişir ve insanlar yeni fikirler üretmeye başlarlar. Ancak tek sesli ortamlarda insanlar enerjilerini değişme ihtiyacı hissetmeden, mevcutla yetinmeye çalışarak harcarlar.

Tekelcilik

Çoğulculuğun karşıtı tekelcilik yani totaliter olmaktır. Tek tip insan, tek tip düşünce ve tek tip yaşantı demektir.

Totaliterliğin kültürel, ideolojik ve politik olarak geçmişte uygulanmış çokça örneği vardır. Özellikle resmi ideolojisi “tekelcilik” olan ülkelerde çoğulculuğa fırsat verilmez. 20. yüzyılda totaliter sistemlerin tek tip insan istemesi, çoğulculuğun kıymetinin anlaşılmasına sebep olmuştur. Zira bu durum hayatı renksizleştirmiş ve yeteneklerin gelişmesine engel olmuştur.

Tekelcilik Bencilleşmeye Götürür

Çoğulculuğun olmadığı yerde insanlar bencil olurlar. Çünkü tekellik “neme lazım” düşüncesini doğurur. “Nasıl olsa benim görüşlerimin önemi yok”, “Nasıl olsa babam benim yerime de düşünüyor” denilen ortamlarda insanlar karar almakta zorlanırlar. Bir konuda karar alma yetkisi bile bulunmayan kişiler ise yalnızca kendilerini düşünerek bencilleşmeye başlarlar.

Çoğulculuk ilkesinin benimsendiği yaşamlarda herkes kendini geliştirme ihtiyacı hisseder. Tekelciliğin olduğu, farklı fikirlerin dikkate alınmadığı ortamlarda ise insanlar farklı fikirler üretmeye çalışmazlar ve neticede “havalecilik” ortaya çıkar. Totalitarizmin baskın olduğu ülkelerde bu duruma rastlamak mümkündür. Böyle ülkelerde yetenekler gelişmez ve insanlar işlerini başkalarına havale ederler. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tarzında bir benmerkezcilik ortaya çıkar. Bu da insanların gelişme yeteneğini köreltir.

Resmi İdeoloji Nedir?

Resmi ideolojiyle kastedilen devletin benimsediği ideolojidir. Yani devlet halkına “Bu ideoloji doğrudur” dayatmasında bulunur. Bu ideolojide olmayanların ise ya akıl sağlığı bozuk ya da devlet düşmanı olduklarını iddia eder.

Sovyetler Birliği böyle bir ideoloji devletiydi; totaliterdi. Resmi ideolojisi ise Marksizm idi. Hitler de kendi ideolojisini halkına kabul ettirmeye çalışan bir diktatördü. Resmi ideolojisi Nazizm’di ve onun döneminde Nazi doktrinini kabul etmeyen kişiler devlet tarafından dışlanıyordu.

Totalitarizm yutmakla beslenir; farklı olanı mutlaka yok eder. Entegre edici değildir. Kültürel özellikleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Soykırım denildiği zaman bir ırkı yok etmek anlaşılır. Ancak bunun yanında bir de kültürel soykırım vardır. Kültürel soykırımda kültürler yok edilir. Filipinler’de, Avustralya’da ve Yeni Zelanda’da yapılan kültürel tahribat kültürel soykırıma örnek niteliğindedir. Bugün Türkiye’de de siyasi olarak bağımsız olmamıza rağmen kültürel soykırıma maruz kalıyoruz. Popüler kültürün Batı kültürü olması ve bu kültürün başka milletlere dikte edilmesi de kültürel bir soykırımdır.

Tek kültür dayatması, çoğulculuğu yok eder. Bu bir bakıma insanların devletleştirilmesi, özel girişim ve farklı düşüncenin yok edilmesidir. Mallar devletleştirildiği takdirde onu artık özel kurumlar kullanamaz. Fikirlerin ve kültürlerin devletleştirilmesi ise devletin resmi ideolojisi dışındakilere hayat hakkı tanınmaması demektir. Bu, toplumları taklide iterek gelişmeyi engeller.

Olgun insan taklit etmez. Edindiği bilgiyi sorgular, faydalı ise uygular. Faydalı değilse de kendine uygun hale getirip o şekilde uygular. Sorgulamadan kabul ve tatbik etmek taklittir. Taklit, insanların hayata kendi yorumlarını katmalarını engelleyip farklılığın ve çeşitliliğin yok edilmesine sebep olur.

Kültürel Özendirmenin Yolu

Tekelcilik insanda “Benim kültürüm kötüdür, yanlıştır” düşüncesini oluşturur. Kişi kendi kültürüne karşı utanç duyduğu zaman; aşağılık, eksiklik, yetersizlik komplekslerine kapılır. Bu durum insanın hoşuna gitmez; “üstün kültüre” ait olmaya çalışır. Özendirme eylemi, kişinin kendine duyduğu güveni arttırmak için böylece gerçekleşir.

Bu duygu, insanın kendisini kötü hissettiğinde arayışa girmesine neden olarak, farklı kültürleri tanımasına ve bunları benimsemesine imkân verir. Ancak burada esas olan taklitçilikten sakınmaktır.

Bir Kültürü Benimsetmenin En İyi Yolu

Kültürel özendirmeye dayalı kültürel soykırımda, kültürlerin yavaş yavaş değiştirilerek yok edilmeleri söz konusudur. Kültür aşılaması derinden ve kişiler özendirilerek yapıldığı için insanlar farkında olmadan farklı kültürleri benimserler. Sovyet tarzı ya da Doğu despotizminin söz konusu olduğu kültürleştirmede baskıcılık, zorlama ve yasaklama vardır ama Batı’nın bugün yaptığı kültürel sömürge; fark ettirmeden, yavaş yavaş, acı çektirmeden yapılmaktadır. Kültürel değişim devrimle değil evrimle gerçekleştirilmektedir ve insanlar bu değişimi benimseyerek kabul etmektedir.

Kendi kültürel değerler ve standartlarının doğru olduğunu iddia eden kişilerin, kültürlerini anlatarak değil yaşayarak model olmaları gerekir. Örneğin; yalan söylememek ve dürüst olmak birer kültürel değerse, bu değerler hayatın içine yerleştirilmelidir. Kendi değerlerini savunan kültürlerin bunları yaşamaları halinde yanlış kültür yok edilir, doğru kültür yerleşik hale gelir.

Katılımcılık ve Çoğulculukta Eleştiri

Eleştirinin ve farklı fikirleri tartışmanın da kendi içinde bir ahlakı vardır. Bir insanın kişilik ve kimliğine dil uzatmadan, yanlışlarını ve hoş olmayan sıfatlarını eleştirmekle, makul eleştiri dozu tutturulmuş olur. Örneğin; farklı bir kültüre sahip olanın daha çok söz hakkı alabilmek için mücadele ettiğini görürüz. Bu talebe yaklaşımımızın “Senin isteklerine saygı duyuyorum ama bazı davranışlarını benimsemiyorum” şeklinde olması karşımızdakine onun kimliğini kabul ettiğimizi göstererek, onu doğruya yöneltecektir. Ancak bu kimliği bütünüyle yok etmeye çalışmak ve “Sen yoksun” mesajı vermek, kişiyi daha da radikal hale getirir. Böyle durumlarda kişiliği ve kimliği değil de yanlışları, davranışları ve sıfatları eleştirmek gerekir.

Sartre, Marksist fikirlerini ifade ettiğinde etrafındakiler “Sen Marksist düşünceleri savunuyorsun” diyerek ona karşı çıkarlar. Sartre’ın “Eğer gerçekler Marksist ise ve Marksizm bir suçsa, bu benim kabahatim değil” cevabı oldukça ilginçtir. Sartre bu sayede kendi gerçekliğini oluşturan fikirlerin, kendi kabahati olmadığını ifade etmektedir.

Gerçeklerin örtülmesi ve tartışmanın olmaması körelmeye sebep olur. Kuyudan su çekmeyi bıraktığınızda kuyunun suyu nasıl kurursa, düşünceler de tartışmalarla geliştirilmedikleri takdirde körelir. Bu noktada taklitçilik yerine, bilimsel öngörülerle ve sezgilerle hareket edilmesi insanda öngörme ve tahmin edebilme yeteneğini ortaya çıkarmakta, sonuçta sorunlara çözümler üretmek de kolaylaşmaktadır.

KATILIMCILIK

Çoğulculuğun olduğu yerde katılımcılığın da olması gerekir. Katılımcılığın olmadığı çoğulculuk uzun ömürlü olmaz. Çoğulculuk sadece herhangi bir fikir konusunda el kaldırıp rey vermek değildir. Çoğulculuğun var olduğunu söyleyebilmek için katılımın olması şarttır. Toplumda da ailede de bireylerin fikirleri dikkate alınmalıdır.

Hz. Ali “Yedi yaşına kadar çocuğunuzla oynayın; 7-15 yaşları arasında onunla arkadaş olun; 15 yaşından sonra onunla istişare edin, ona danışın” der. Bu örnekte “danışma”nın ne denli önemli olduğunu görmek mümkündür. 15 yaşından sonra çocukla istişare etmek, ona fikir danışmak katılımcılığın ilk aşamasıdır. Bu şekilde çocuk da elini taşın altına koyarak çözüm üretmeye çalışır, sorumluluk alır ve bu sayede aidiyet ve sahiplenme duygularını geliştirir.

Ailede farklı fikri olan çocuğun söylediği yapıldığı takdirde çocuk kendini değerli hisseder; alınan karara katkı sağladığını fark ettiğinde ise aidiyet duygusu artar. Bu sebeple, bir toplumda katılımcılık varsa, o toplumda sahiplenme artar diyebiliriz. Toplumda sahiplenmenin artmasıyla sosyal bağlar kuvvetlenir. Bir toplumun millet haline gelmesi, insanlar arasındaki bağların kuvvetli olmasıyla gerçekleşir. Toplumu millet haline getirmek, ortak kültürel değerlerle mümkündür. Bunun oluşması için ise insanların kendi kültürel bağ ve standartlarının oluşmasında söz sahibi olmaları gerekir.

Bireylerin susmayı tercih ettikleri toplumlarda katılımcılık söz konusu değildir. Böyle toplumlarda yalnızca hak ve görevler vardır; özgürlükler yoktur. Devlet görev verir, insanlar onu uygularlar. Bu totaliter bir tutumdur. Katılımcılığın olduğu, bireylerin sorumluluk hissettiği toplumlar; demokratik değerlerin topluma yerleştiği ve yaşandığı toplumlardır.

İnsan Yalnız Yaşayarak Mutlu Olamaz

İnsanoğlu sosyal bir varlık olduğu için yalnız yaşayarak mutlu olmaz. Muhakkak bir yere ait olmak ister. Kendisini herhangi bir gruba ait hissetmezse yetenekleri gelişemez.

İnsan beyninin ön bölgesinde sosyal becerilerle ilgili alanlar mevcuttur. Bu alanlar yalnızlıkta körelir. Bunun en bariz örneğini çocuklarda görürüz. “Klip sendromu” diyebileceğimiz sendromda çocuklar bütün gün televizyonun karşısına geçip klip seyrederler. Özellikle çalışan annelerin ya da çocuklarını televizyona teslim eden annelerin çocuklarında bu sendrom yaygındır. Hiç konuşmayan, devamlı televizyon seyreden çocukların beyinlerindeki konuşma ile ilgili alanlar harekete geçmemektedir. Dört yaşına gelmiş olup da hâlâ konuşmayan çocuklar çoğunlukla bu türdendir. Konuşma yeteneğinin gelişmesi için bireyin sosyalleşmesi ve bunun için de bir toplumun mensubu olması gerekir. Afazi denilen bazı konuşma bozukluğu türlerine özellikle bilgisayar mühendisleri arasında sık rastlanması bir tesadüf değildir.

Katılımcılık, insanın gelişme gücünü arttırır, kabiliyetleri inkişaf ettirir. Ancak katılımcılığın ve düşünce özgürlüğünün olmadığı, farklı düşüncelerin ifade edilmediği ortamlarda toplumun gelişme süreci yavaşlar. Bu da o toplumu bir müddet sonra diğerlerinin gerisinde bırakır ve yalnızlığa mahkûm eder. Bu sebeple paylaşımcılığın tepeden inme olmayacağını söyleyebiliriz. Katılımcılık, yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı olur.

İstişare Kararlarına Uymak Ahlakın Gereğidir

Sosyal hayatta aile, okul ya da benzer yakın ilişkilerin hâkim olduğu alt gruplarda; insanların birbirleri ile yakınlaşmalarını sağlayacak ortamlar olduğu takdirde herkes fikrini söyler, bu fikirler tartışılır ve sonuçta çoğunluğun uzlaştığı fikir kabul edilir. Genel kabul gören bu fikre iştirak etmeyenler bile sonuca uymak mecburiyetindedirler.

Herhangi bir konuda herkesin aynı görüşe sahip olması hoş olabilir ama bu mümkün değildir. Çoğunluğun uzlaştığı karara, katılmayanlar da uymak zorundadırlar. Bu noktada bir uyum yoksa bu, çoğulculuktan uzak ve katılımcılığın kurallarını çiğneyen bir yapının örneğini oluşturur. Katılımcılığın olduğu noktada verilen karar yanlış da olsa, insanlar o karara uymak zorundadırlar. Yasalara herkes için doğru olduğundan değil, yasa oldukları için uyulur. Yasalara uymak toplumun çoğunluğunun kararı olduğu için ona uyma mecburiyeti vardır.

İstişare sonucunda “Bu karara katılmıyorum” denildiğinde verilen kararın hükmü ortadan kalkar. Bu sebeple, istişare ahlakının olması gerekir. Kişi çoğunluğun görüşüne iştirak etmese de, “Mademki böyle bir karar alındı, buna uymak ahlakın gereğidir” diye düşünerek o karara uymalıdır. Ortak ve devamlı bir konsensüs oluşabilmesi için konuşmanın ve kendini ifade etmenin gerekli olması sebebiyle, aslında genele bakıldığında herkesin kârlı çıktığı bir durum oluşur. Kişi kısa vadede kendi disiplinine uymayan bir kararı uygulamak zorunda olduğunu hissetse de, istişare ahlakı varsa uzun vadede herkes kazançlı çıkar.

Katılımcılıkta Uzlaşma Çabası Vardır

Herhangi bir konuda konuşmanın, tartışmanın usulü ve kuralları vardır. Bu nedenle konuşma zemini, her türlü fikri duymaya açık olmayı gerektiren bir zemindir. Kullanılan tabirler karşıdaki insanı küçük düşürücü ifadeler içermiyorsa, herkesin dinlenmesi gerekir. Düşündüğü şeyi ispat etmesine izin verilen insan, bu esnada kendi çıkarını ve başkalarının menfaatlerini göz önünde bulundurarak uzlaşmaya gider.

Temel noktalarda birleşildiği zaman ortak bir karar oluşur ve herkes bu ortak karara uyar. Fakat bazı tip istişarelerde herhangi bir karar alınmaz; bu istişare yalnızca orijinal fikirlerin ve yeni çözümlerin üretilmesine vesile olabilir. Tartışma esnasında insanların akıllarına daha önce hiç düşünmedikleri fikirler gelebilir. Bu nedenle tartışma ortamlarının adeta bir fikir üretim platformu olduğunu söyleyebiliriz.

Tartışmalar kişiye seçenekler sunarak, farklı bakış açıları geliştirilmesini ve bir objeye bütün yönleriyle bakmayı sağlar. Bu da tek tip düşüncenin yanlış olduğunun anlaşılmasını kolaylaştırır. Tartışmaların; katılan herkesi eğiten, geliştiren bir tarafı vardır. Mesela bir şirkette herhangi bir konuda yeni bir atılım yapılmak isteniyorsa; herkesin görüşü sorulur ve en sonunda ortaya çıkan model aynı zamanda ortamda bulunan herkesin de beğeneceği bir model olur. Bu tutum kişide “Benim fikrim önemli” düşüncesini oluşturacağı için, kişinin, bulunduğu ortama aidiyet ve sadakat duygusunu güçlendirir.

Yönetimde Katılımcılık

Uzlaşma niyetinin olduğu yöneten ve yönetilenin aynı dili konuşması katılımcılıkta oldukça önemlidir. Bir ülkede devleti yönetenler farklı, yönetilenler farklı bir dil konuşursa, yani toplumun frekansları uygun ve bağdaşık değilse, böyle toplumlarda katılımcılık yoktur.

Devlet ile millet arasında etkileşimin olmaması, halkın içine kapanmasına sebep olur. Herkes kendi temel ihtiyaçlarını düşünür. “Daha fazla ne yaparsam bu ülkeye katkı sağlarım” diye düşünmez ve ilerlemeye mani olur. Bu sebeple totaliter yönetimlerde, yönetilenleri depolitize ederek oligarşik yönetim devam ettirilmek istenir. Bu şekilde de yönetilenler sindirilmiş olur.

Katılımcılığın olmadığı yerlerde yönetilenler hep dışlanır. Ankara’da bir zamanlar yöreye özgü gündelik giysilerle gezmek, örneğin çarık giymek yasaklandı. Modernleşmenin görüntüden ibaret sayıldığı bu dönemde aslında katılımcılık ve çoğulculuk yasaklanmaktadır. Bu tip demokrasiye “halksız demokrasi” diyebiliriz.

Katılımcılık ve Demokrasi

Katılımcılığın olmadığı yerlerde demokrasinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Böyle yerlerde demokrasi görünüşte var olsa da, katılımcılığın az olması sebebiyle oligarşi söz konusudur. Bunun çaresi katılımcılığı arttırmak ve yönetenlerin sorgulanmasını sağlamaktır.

Devletlerin otoriter ve totaliter tarzı benimsedikleri yönetim anlayışında memurlar, üst kademedeki yöneticileri memnun etmeye ve iyi özelliklerini abartılı bir şekilde ortaya koyarak lider olan patrona kendilerini göstermeye çalışırlar. Katılımcılığın olduğu yerlerde ise patron millettir ve millet memnun edilmeye çalışılır. Aksi takdirde ülkeyi yönetenlerde “Söz benim, buraların sahibi benim” düşüncesi doğar ve bu da diktatörlüğe sebep olur. Bu nedenle yönetilenlerin yönetenleri sorgulaması gerekir ki gücü kendilerinin kullanabildiğini göstersinler. Böylece kişide hesap verme duygusu ön plana çıkar.

Toplum içerisinde bir görüş ve o görüşe karşı duran başka görüşler olacaktır. Özellikle radikal fikirleri olan bir insan, tartışma esnasında fikirlerinin sorgulandığını ya da düşüncesine karşı soğuk bir duruşun var olduğunu hissettiğinde, özeleştiri yaparak kendisini sorgulayacaktır. Sonuçta katı görüşleri yumuşayacaktır.

Katı görüşlerin ılımlı hale gelmesi, demokratik bir işleyişin olduğunu gösterir. Totaliter sistemler de ise, bastırılmış düşünceler gizli gizli büyür. Çünkü radikallik, insanda genetik olarak vardır. Taassuplarla bir konuya sarılmak bazı insanların kişilik özelliklerindendir. Böyle kimselerin kendilerini ifade etme yetenekleri ancak tartışma ortamı içinde gelişir. Aslında bu bir bakıma katılımcılığın toplumda boşalma kanallarını açtığını da gösterir. Çünkü bazı kişiler öfke ve streslerini saklar. Katılımcılığın olması, bu duyguların patlamadan boşalmasına vesile olur.

Katılımcılıkta Eleştiri Önemlidir

Baskıcılıkla totaliterliğin beraber yürütüldüğü toplumlarda, dağılma daha çabuk gerçekleşmektedir. Sovyetler Birliği’nin resmi ideolojisinde totaliterlik vardı. Bu rejimde baskı olduğu için bir bakıma insanların boşalma kanalları diyebileceğimiz ifade yolları kapalıydı. Türkiye’de buna benzer sosyal patlamaların daha yavaş olmasının sebebi, kısmi de olsa bir demokrasinin uygulanıyor olmasıdır. Ancak totaliterlik Türkiye’de de hâlâ devam etmektedir; Türkiye Anayasası totaliter bir anayasadır. Bu sebeple de farklı görüşlere karşı resmi bir duruşu gerektirir. Ancak yine de ifade kanalları kısmen var olduğundan, büyük patlamalar olmadan sorunlar çözülebilmektedir.

Türkiye’de çeşitli tehditler varken, bu tehditlerin kendini ifade etme özgürlüğü içerisinde olması; çoğunluğa görüşü yönetme hakkını, azınlığa ise muhalefet hakkını verir. Bu temsil edilişte, yöneten eleştirildiği için hatasını anlama imkânı bulmaktadır. Eleştirinin olduğu ortamlarda tartışarak doğruları bulmak daha kolaydır.

Otoriter sistemlerde fikirler ve eleştiriler susturulmalarına rağmen, teslim alınamayacakları bilinmelidir. Çünkü fikir yasadışı yollarla da olsa yaşamaya devam eder ve kendi taraftarını oluşturur. Demokrasi ve özgürlüğün olduğu ortamlarda fikirler susmaz ve yanlış olduğu anlaşılan fikirler, doğrular tarafından teslim alınır. Bu sebeple hatalı düşüncelerin değişmesini istiyorsak, katılımcılığı teşvik etmeliyiz ki yanılgı içindeki düşünceler pes edip topluma zarar veremez hale gelsin. Tek sesliliğin, yasaklamanın olduğu yerde gelişme de olmaz.

ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK

Özgürlüğün çeşitli tanımları vardır. Genel olarak özgürlük, bireyin kendi kararlarını verebilmesi, buna uygun planlar yapması ve hedeflediği sonuca ulaşması şeklinde tanımlanabilir. Özgür eylemin ne olduğu konusuna gelince, bunun başkalarını etkilemeyen davranışlar olduğu söylemi oldukça yaygındır.

Özgürlüğü tarif ederken bireyin canının istediği gibi hareket etmesinin “özgürlük” olup olmadığının ayırdına varmak gerekir. Bu ayırda vardığımız takdirde, mecbur olduğumuz kurallara uymamak gibi bir özgürlüğümüzün olmadığını rahatlıkla fark edebiliriz. Mesela hiçbirimizin yerçekimi kurallarına uymamak gibi bir özgürlüğü yoktur. O halde insanı sınırlayan bazı doğal, sosyal ve duygusal sınırlar mevcuttur. Bir insanın özgür olmasında bu üç sınırın varlığı göz ardı edilemez.

Kişinin itaat etmek zorunda olduğu kuralları çiğneme özgürlüğü var mıdır? Ya da itaat etme zorunluluğu bulunan bir kişiyi yok saymaya hakkı var mıdır? Özgürlük şiddeti mübah kılar mı? Ölümcül riske girmek özgürlük müdür? Bu soruların düşünsel ve duygusal olarak kabul görmüş cevapları, özgürlüğün ne olup olmadığı konusundaki belirsizlikleri ortadan kaldıracaktır.

İç ve Dış Özgürlük

Hayek özgürlüğü “Başkalarının keyif ve isteklerinden bağımsız olmak” şeklinde tanımlamıştır. Bu tanımlamayı dikkate aldığımızda başkalarının istekleri ile insanın kendi arzuları arasındaki sınır ortaya çıkar. Bu noktada insanın iç dünyasında oluşan bir özgürlük tanımından bahsedebiliriz.

İç özgürlüğü, duygu ve düşünce özgürlüğü olarak tanımlayabiliriz. Bunlar doğal özgürlüklerdir. Bir insan herhangi bir konu hakkında özgürce düşünebilir; bazı şeyleri sevip, bazılarından nefret edebilir. Bu doğal bir özgürlüktür. Ancak duygu ve düşünceyi ifade etme özgürlüğü, doğal olmaktan çok sosyal boyutu olan bir konudur. Çünkü ifade etmek söz konusu olduğunda bu, başkalarının kişinin duygu ve düşüncelerinden haberdar olması ve sosyal sınırlara riayet etmesi demektir. Kişinin toplumsal sınırlarına girerek, onun duygu ve düşünce dünyasına müdahale etmeyi “bağımsızlık” olarak addedemeyiz. Bu sebeple diğer insanları doğrudan etkileyecek durumlarda sosyal sınırların bilinmesi şarttır.

Dış özgürlük ise insanın eylemlerinde hür olmasını ifade eder. Bir insan bir şey düşünür, hisseder ve bunu ifade eder; kimi zaman da onu eyleme dönüştürür. Eylemle ilgili özgürlük ise daha çok yasal özgürlüktür.

Özgürlük, iki yüzü bulunan bir madalyona benzer. Birinci yüzü, bir şeyde özgür olmayı ifade ederken diğer yüzü bir şeye karşı özgür olmayı dillendirir. Birincisinde insanın içinden gelen ve daha çok kendi çıkarlarına hizmet eden konularda özgür olması ve bu özgürlüğü kullanarak farklı bir şeyler yapması ifade edilir. İkinci cepheden baktığımızda ise kişinin ailesine ve kurallara karşı, topluma rağmen kendine biçtiği özgürlükten söz edebiliriz.

Pozitif ve Negatif Özgürlük

Özgürlüğü, “negatif” ve “pozitif” özgürlük şeklinde de tanımlamak mümkündür. Kişinin “arzu ettiği şeyleri” yapabilmesi pozitif, “dışarıdan zorlama olmaksızın istediklerini” yapabilmesi ise negatif özgürlüktür. İnsan özgürlük ihtiyacı ile dünyaya gelir. Bu konuda tanımlanmış bir gen olmamasına rağmen, özgürlük ihtiyacı ve beklentisinin biyolojik olarak kodlandığını düşünebiliriz. Hür olmak, herkesi mutlu eder.

Otoriter sistemlerde pozitif özgürlük yoktur, çünkü zorlama söz konusudur. Pozitif özgürlükle beraber negatif özgürlüğün de bulunduğu ve zorlamanın yaşanmadığı alanlarda, insanın genel kurallara uygun olarak yapmak istediklerini yapabilmesi mümkündür. Örneğin; insanların inanç hürriyetinden bahsettiğiniz halde ibadethaneleri kapatıyorsanız pozitif özgürlük varmış gibi gözükse de gerçek anlamda bir hürriyetten söz etmek imkânsızdır. Bu özgürlüğün topal olması demektir. İnsanın özgür iradesini yaşaması ve ifade etmesinde zorlamanın olmaması gerekir.

Zihinsel Özgürlüğün İnsanlığa Katkıları

İnsan, zihinsel anlamda hür olmak, hatta tabiatı kontrol etmek ve yerçekiminden kurtulmak ister. İnsanda zihinsel olarak rahat düşünebilme ve hareket edebilme arzusu vardır; insan dışında hiçbir canlıda bu istek mevcut değildir. Bir kuş, tabiattaki dengeyi zorlamak veya değiştirmek gibi bir düşünceye sahip değildir. Ama insan sınırları zorlar; daha özgür yaşamak ve bununla beraber farklı şeyler yapmak düşüncesine sahiptir.

Özgürlük, insanın gelişmesine vesile olmuştur. Amerika’nın 20. yüzyılın başında teknoloji atağını yapması ve endüstri konusunda diğer Batı ülkelerini geçmesinde, Amerika’daki özgürlüğün ve özgürlüğün sağladığı rekabetin önemli katkısı vardır.

Yeteneklere fırsat verildiğinde, yenilikler kendilerini geliştirme imkânı bulabilir. Özgürlüğün olmadığı ortamlarda ise yetenekler körelir. Baskı ve tehdit insanların körelmesine sebep olur. Buradan yola çıkarak bütün temel değerlerin üzerine bina edildiği demokratik değer, özgürlüktür diyebiliriz. Bu değerin varlığı diğer değerlerin gelişmesine zemin hazırlar. Bilge kişilerin “Ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam” demeleri bu sebepledir.

İtaatsizlikle Özgürlüğün Dengesi

İnsanın genel kurallara itaat etmesi zorunludur. Özgürlük, insanın canı istediğinde kurallara uyup istemediğinde başına buyruk hareket etmesi demek değildir. İnsan futbol oynamak istediğinde bile bunu kuralına uygun bir biçimde oynamak zorundadır.

Hayatta kuralsız bir yerin olabileceğini düşünmek hayaldir. Kurallar kimi zaman sıkı kimi zaman ise çok gevşek olabilir. İhtilaflar da bu noktada zuhur eder. Yoksa hayat aslında kurallı bir ortamdır. Alışveriş yapmanın, araba kullanmanın, eğitimin, aile yaşantısının ve aklınıza gelebilecek her türlü sosyal aktivitenin kendi içinde kuralları mevcuttur. İnsan farkında olmadan bu kuralları benimser ve uygular. Mesela kimse istediği zaman yola fırlayamaz.

Dünyanın En Özgür İnsanları Çocuklardır

Çocuklar, kuralsız yaşayan varlıklardır; hayatı tanımadıkları için gerçek anlamda özgürdürler. Hatta bunun da ötesinde kimi zaman masumiyetleri sebebiyle büyükler üzerinde hâkimiyet kurarak, onları köleleri haline bile getirebilirler. Yanlış yapsalar bile bunu bilmeden yapmış olmaları, çevredekilerin onların davranışlarına anlayışla yaklaşmasını sağlar. Kendi kararlarını verip, sorumluluk almaya başladıkları takdirde, büyüklerin çocuğun hayatına yaptığı yardım ve müdahale azalmaya başlar. Çocuğun özgürleşebilmesi için sorunlarını kendisinin çözmesi ve kararlarını kendisinin vermesi gerekir.

Özgürlüğün Sınırları

Özgürlüğün sınırlarını belirleyen en önemli unsur, o konuda öğrendiklerimizdir. Japonya’da yere düşen birine yardım etmek isteseniz, kişi bu durumu özgürlüğüne müdahale edilmesi şeklinde anlayacağı için bundan rahatsız olur. Zira aldıkları eğitim onlarda böyle bir özgürlük anlayışı oluşturmuştur. Bizim toplumumuzda ise düşen birine yardım etmediğimiz takdirde “insafsız”, “merhametsiz” gibi sıfatlarla nitelendirilmemiz olasıdır.

Özgürlük konusunda sınırların belirlenmesine yardımcı olan en önemli konu, bireysel sorumluluklardır. Kişi kendi tercih ve davranışlarının mesuliyetini üstlenmediği takdirde, ortaya çıkacak özgürlük, keyfi bir özgürlük olur. Her insanın seçimlerinin sorumluluğunu taşıması, “birey” olmanın gereğidir. Sorumluluktan azade bir özgürlük “vesayet”tir.

Kişinin yaptığı tercihler sebebiyle ortaya çıkacak sorunları üstlenmesi, olanlara razı olması gerekir. Bu duruma özellikle evlilikte sıkça rastlanır. Kişinin kendi isteğiyle evlendikten sonra, hayatını bekârlığındaki gibi devam ettirmek istemesi bu duruma örnektir. Evlilik, insanın özgürlüğünü kısıtlayan bir durumdur. Çünkü artık hayatınıza hesap vermeniz gereken bir kişi girmiştir. Kişi hayatını kurarken artık ikinci bir kişinin istek ve ihtiyaçlarını da düşünmek zorundadır. Evlilik, iki kişilik bir arabayla yolculuk etmeye benzer. Direksiyondaki kişinin beraber seyahat ettiği kimsenin görüşlerini alması zorunludur. İnsan yalnız başına yaşıyormuş gibi davrandığında kendisini özgür hissedebilir ancak bu noktada gerçek bir özgürlükten söz edilemez. Bu, tek taraflı, sahte bir özgürlüktür. Gerçek anlamdaki hürriyetle alâkası yoktur. Özgürlüğün, sınırları belli değilse, güç ve otoriteyi elinde bulunduran kişiler tarafından rahatlıkla suiistimal edilmesi olasıdır.

Özgürlüğün ifade tarzı da önemlidir. Eğer insan hem kendi sınırlarını hem de karşısındakinin sınırlarını bildiği halde bencilce çıkarlarını düşünürse, bu özgürlüğün kötüye kullanılması demektir. Kişi bulunduğu mevkii biliyorsa, ulaşacağı noktayı da kolaylıkla bulur. Nerede olduğunu bilmeyen kişi, gideceği yeri bulamaz. İnsanın başkasının özgürlüğüne saygı duyabilmesi için kendi özgürlüğünün ne olduğunu anlaması gerekir.

Aldatıcı Özgürlük

Özellikle kapitalist sistemlerde, medyanın yönlendirmesiyle belli davranış kalıpları oluşmakta ve insanlar bu kalıplar içerisinde kendilerini özgür zannedebilmektedir. Özgür yaşamın getirdiği bazı alışkanlıklar mevcuttur ve insanlar bu alışkanlıkların hâkimiyeti altında oldukları halde özgür olduklarını düşünebilmektedirler. Modernizmin teknoloji, alışveriş yahut seks bağımlılığı ile hayatımıza yerleştirdiği bağımlılıklardan birine kendini teslim eden kişinin özgür olduğundan bahsetmek imkânsızdır. Modernizm, özgürlükleri zorla değilse de gönüllü bir biçimde, hatta insanlara hissettirmeden kısıtlamaktadır. Modern dünya, insana istediğini yapma özgürlüğünü vermekle beraber, yaptığının kişiye vereceği zararı görmezden gelmektedir. Kişiye dilediği gibi yaşama şansı olduğunu söyleyip farklı alternatiflerin vücut bulmasına imkân vermediğiniz takdirde, gerçek bir hürriyetten söz edemezsiniz.

Özgür Düşünce Geleneği

Özgürlük, insanın kendine ait bir alanının olması demektir. Bu alan kişinin düşünebildiği, üretebildiği, herhangi bir zorlamayla karşılaşmadan rahat ettiği bir ortamdır.

 Kişi zorlukla karşılaştığında ne yapmalıdır? O da tıpkı kendisine uygulandığı şekliyle “zor” kullanarak mı özgürlüğe ulaşmalıdır? Zoru önlemenin tek yolu, zora zorla karşılık vermektir. Meşru müdafaa tarzındaki bu yaklaşım, karşıdaki insanın istediğini yapmak için baskıyı bir araca dönüştürmesini önler. Ancak bu kez, ikici tarafın kendi zor kullanma sınırının meşru müdafaa çizgisini aşma ihtimaline karşı uyanık olması gerekir. Bireyselliğin netleşmemesi, bağımlılığın ve özgürlük sınırlarının netleşemediğinin göstergesidir. Özgürlüğün özel sınırlarının çizilmesi, kişilik gelişiminde son derece önemli bir konudur.

Özgürlüğü Etkileyen Durumlar

Hukukta vesayet sistemi vardır. Buna göre kişiler kısıtlama altına alınır. 18 yaşına kadar anne baba çocuğun vasisi, yani yasal temsilcisidir. Vesayet altına alınan ve özgür olmayan ikinci grup ise, akıl sağlığı yerinde olmayan kimselerdir. Ancak aklen sağlıklı olan kişi, doğru tercihlerde bulunabilir. Mesela “manik depresif” dediğimiz, duyguları coşkun olarak yaşayan bir kişi normal düşünemez. Bir anda bütün mal varlığını satıp sevdiği bir kimse için harcayabilir. Trafikte kendini ciddi şekilde tehlikeye atacak süratte yolculuk yapabilir. Bu durumlar, çocukluktan itibaren öğrenilen sınırların, beyin kimyasının bozulması sonucunda dürtü denetimi sebebiyle silindiğinin göstergeleridir. Alkol alındığında da benzer etkiler ortaya çıkar. Kişi özgür, canının istediği şekilde yaşar görünse de aslında kontrolsüz hareket etmektedir. Gerçek anlamdaki özgürlük, insanın kendi özgürlük sınırlarıyla başkalarının sınırlarını bilip, genel kurallar içerisinde özgür olmasıdır.

Zorunlu Kölelikten Gönüllü Köleliğe

Tarih boyunca insanların özgürlüğünü kısıtlayan en önemli durumun kölelik olduğu düşünülmüştür. Ancak günümüze bakıldığında eskiden zorunlu olan esaretin, bugün gönüllü olarak devam ettiğini görmek mümkündür. Örneğin; Roma İmparatorluğu, kölelik üzerine kurulmuş bir imparatorluktur; adeta köle krallığıdır. Aynı şekilde ilk çağlardaki Hititler’den tutun da Mısır’daki imparatorluklara kadar hepsi birer köle imparatorluğudur; bu imparatorlukların kölelerin üzerinde oluşturulmuş iktidarları vardır.

Endüstri devriminden sonra kölelik döneminden işçilik dönemine geçildi ve kölelik ortadan kalktı. İnsanlar endüstri devriminin getirdiği sınırlar içinde kısmi bir özgürlük elde ettiler. İşçilik aşamasından sonra, üreticilik dönemine geçildi. Kapitalist sistemin sınırladığı günümüz dünyasında, insanların maddi güçleri düzeyinde özgür olabildiklerini görüyoruz.

Felsefi Akımların Özgürlük Anlayışları

Varoluşçu felsefe “İnsan muhakkak özgür olmalı, kendi varoluşunu yaşamalı” diyerek insanı bireyselleşmeye teşvik eden bir felsefe oldu. Ve insanı kendisi için yaşayan bir varlık olarak kabul etti. Nihilist insanları ve kişideki anarşist eğilimleri güçlendirdi. Bireyin varoluşunun bağımsız olduğunu savunan bu felsefe, özgürlüğün sınırlarını benmerkezci hale getirdi. Yani varoluşçu felsefe “Kendini yaşaman, kendin olman gerekir” telkinleriyle özgürlüğü teşvik etti. Darwin teorisinden etkilenen bu felsefe; evrende tesadüfen var olduğumuzu, burada kalabilmek için insanın mücadele etmesi gerektiğini ve bu mücadelede yalnız başına olduğunu ifade eder ve toplumu insanın kendi varlığını yaşamasında bir engel olarak görür. Böylelikle toplum, bireyin düşmanı haline gelir.

Bu, özgürlüğün yanlış kullanımıdır. Özgürlüğün yanlış kullanılması sebebiyle insanların anarşist yönleri güçlendi; toplumla ve toplumun değerleriyle çatışan insanlar ortaya çıktı. Bireyin bu çıkışı onu yalnızlığa ve dolayısıyla mutsuzluğa itti. Bu sebeple eğer kişinin özgür olması, aynı zamanda yalnız kalmasına neden oluyorsa, o özgürlüğün sorgulanması gerekir.

Kant’ın özgürlük tanımına göre insan, yalnızca kanunlara itaat ederse özgürdür. Gelişmiş toplumlarla gelişmemiş toplumları ayıran şey yasalara itaattir. Öbür türlü kral ne derse, patron ne derse, baba ne derse o olur. Ancak kanun hâkimiyetinin ve hukukun üstünlüğünün var olduğu toplumlarda, kanunlar dışında herhangi bir kişiye yahut varlığa itaat etmek söz konusu değildir. İşte bu özgürlüktür.

Gerçek Özgürlük, Ortak Amaç Etrafında Birleşmeyi Gerektirir

Özgürlük, farklı karakterdeki kişilerin ortak amaçlar için benzer hareketlerde bulunabilmeleridir; kişi hem kendini özgür hissedecek, hem de bir amaca yönelik faaliyetler içinde olacaktır. Bunu yaptığı zaman hem özgür, hem de üretici olan bir birey haline gelir. Bu durum toplum tarafından da yargılanmaz.

Toplum kurallarıyla bireyin özgürlüğü arasındaki sınırların ne olacağı ise tartışmalıdır. Modernizm bu sınırların doğal yaşam tarafından belirlendiğini ve ahlaki normların bireylerin özgürlük çatışmasından doğduğunu ifade eder. Esasında bu anlayış, güçlülerin dilediğince özgür olabilmelerinin bir başka açıklamasıdır. Maddi açıdan güç sahibi olanlar rahat içinde yaşarken, zaman diğerlerinin aleyhine işler. Bu sebeple özgürlük sınırlarının belirlenmesi gerekir.

Dinde Özgürlük

 Ölüm yadsınamaz bir gerçektir. Ölüm karşısında özgürlüğün hükmü ne derece geçerlidir? Ölümden sonra yok olacağını düşünen bir insan ne derece özgürdür? Bu soruların cevaplarını bulmak için, teolojik açıklamaların dikkate alınması gerekir.

Aydınlanma çağından itibaren dini gerçekler göz ardı edilmeye çalışılsa da, ölüm ve ötesine bir açıklama getirilemedi ve bu noktada din tekrar devreye girdi. İnsanın özgür olduğunu kabul etmekle birlikte, aynı zamanda “kul” olduğunun bilincine varması gerektiğinin önemi açığa çıktı. Kişi özgürdür, lakin kendi iradesinin üstünde mutlak bir irade vardır. Bu sebeple insan, ne denli özgür olursa olsun birtakım kurallara uymakla mükelleftir. Diyelim ki bir işçi çalıştığı yerde sahip olduğu özgürlüğe sığınarak makinelerden birinin çarkını bozar ve iş yerine zarar verirse, bunun bedelini ödemek zorundadır. İşte bu bize bireysel özgürlüğün bittiği noktayı gösterir.

Akıl sahibi bir insan, ihtiyaçlarını karşılayan bir gücün olduğunu düşünür ve akıl yürüterek bir anlam arayışına girer. İlerleyen zamanlarda kendisine bu refahı sunan bir güç olduğunu anlar. Ona karşı sorumlu olduğu söylendiğinde de bunu kabullenir ve hayatına bu sorumluluk duygusuyla devam eder. Ancak sahip olduğu her şeye ve herhangi bir bedel ödemeksizin elde ettiği yüksek yaşam standardına rağmen, hiçbir arayışa girmeyen, sorumluluk duygusu hissetmeyen kişi, sunulanlar karşısında kendisinden birtakım sorumlulukları yerine getirmesi istendiğinde bunu kabullenmez.

HESAP VEREBİLİRLİK

Hayattaki en zor şeylerden biri, insanın kendini sorgulamasıdır. Belirsizlik, hepimizi rahatsız eder. Bunun çaresi, içinde “Ne, neden, nerede, ne zaman, nasıl?” sorularını barındıran zihinsel sorgulamadır.

Özeleştiri, insanın varlığını tanıması bakımından son derece mühimdir. Zira yanlışlarını göremeyen kimse doğru kararlar veremez. İnsanın başarısını etkileyen, yalnızca onun şahsi çıkarları değildir. Kimi zaman menfaatler arka plana atılıp saf duygularla karar verildiği de olur. Bu sebeple özeleştiri yapabilen kişilerin doğru kararlar verebildiğini söylemek mümkündür.

Bu, ekonomide de öyledir. Ekonomide esas olan ihtiyaçların belirlediği arz talep dengesini korumaktır. “İhtiyaç varsa, talep olur. Talep olursa da arz olur.” Peki ihtiyacı ne belirler? İhtiyacı belirleyen etkenlerin aslında ortak bir paydası yoktur. Tüketimi etkileyen en önemli faktör, psikolojik ihtiyaçtır. Maddi anlamda her şeye sahip olan insan, psikolojik ihtiyaçları sebebiyle alışveriş yapabilir. O halde alışverişi ve tüketim davranışını etkileyen en önemli şey, insanın duygularıdır diyebiliriz.

Aynı şekilde kişinin üretimini ve çıkarlarını da duyguları etkiler. Duyguların farkına varmak, olumlu ve olumsuz duyguları birbirinden ayırt edebilmek önemlidir. Duygusal farkındalık için de özeleştiri önemlidir. İnsanın bir tarafında arzular ve dürtüler, diğer tarafında ise mantık ve kurallar vardır. İnsan, bu ikisi arasında denge kurar. Arzular ve dürtüler insanı kendine doğru çekmek eğilimindedir. Ancak beyin, mantık ve kurallara doğru gitmeye eğilimlidir. Bunu başarabilen kimse, hayat yolunda amacından sapmaksızın ilerleyebilir. O sebeple insanın arzu, dürtü ve duygularının ayrımını iyi yapması gerekir.

Arzu ve dürtüler her insanda vardır. Ancak kendini kusursuz gören kimse zaten özeleştiri yapamaz. Bu nedenle insanın, kendisini tüm zaaflarıyla, iyi kötü bütün yönleriyle kabul etmesi gerekir. Kendilerini kusursuz gören kimseler, yaşanan olumsuz olaylarda sorumlu olduklarını düşünmedikleri için özeleştiri yapma gereği duymazlar. Özeleştiri yapabilmek, tekil sorumluluk açısından son derece önemlidir. Özeleştiri yapmaktan uzak, mesuliyeti hep başkalarına yükleyen kimseler, bu sorumluluğu dış sorumluluk haline çevirirler. Bu noktada tekil sorumluluk ile sosyal sorumluluk arasındaki dengeyi kurabilmenin önemi ortaya çıkar.

İnsanı özeleştiri noktasına götürecek olan şey, kişinin benlik algısıdır. Bununla birlikte, ideal bir “ben” vardır; bu kişinin olmak istediği benlik algısıdır. İnsanın hayalindeki durumuyla, içinde bulunduğu durum arasındaki farkı bilmesi, psikolojik bir ihtiyaçtır. Özeleştiri yapamayan kişi, idealindeki benliği ile gerçekteki benlik algısı arasındaki farkı bilemez ve ideal “ben”ini hakikatteki benliği ile karıştırır. Bu da onu yanlış kararlara ve yanlış ilişkilere götürür. Örneğin kendisini öven kişilerin etkisinde kalır. Etrafındakilerin hatalarını görmediği için tökezler. Bazı insanlarda da durum tam tersidir; kişi kendisini olduğu konumun çok altında görür. Değersiz ve işe yaramaz kabul eder. Burada özeleştirinin aşırıya kaçması sonucu, kişinin kendisini yanlış algılaması söz konusudur.

Özeleştirinin dozu kaçtığında, kişi depresif eğilimler içine girer. Özeleştiride en önemli şey, gerçekçiliktir. Özellikle fazla baskıcı ailelerde çocuk kendini yetersiz ve değersiz hisseder. Böyle hissettiği için de bir müddet sonra kendisini olduğundan değersiz görmeye başlar. Kusurlarını büyütür ve olumsuz taraflarını ön plana çıkarır. Ve neticede gerçekleri görmemeye başlar. Oysa insanın iyi ve kötü yanlarını gerçekçi şekilde algılaması psikolojik bütünlüğü açısından çok önemlidir. Bu gerçekdışı algılama, insanın kendine haksızlık yapmasına da sebep olur.

Hesap Vermeyen Kişi Kendini Kutsallaştırır

Kişi hesap verme sorumluluğunu üzerinden atmışsa kendini kutsallaştırır. “Ben sadece hesap sorma konumundayım; hesap verme noktasında değilim” diye düşünür. Ama katılımcılığın olduğu ve demokratik işleyişin kesintisiz uygulandığı toplumlarda meclis, ülkeyi yöneten halka hesap verir ve halkın karşısına geçerek, ”Sizden aldığım vergileri şuralara harcadım” gibi somut açıklamalar yapar. Ancak otoriter yönetimlerde devlet halktan zorla vergi alır; hesabını vermeden, istediği yerde istediği gibi kullanır. Eğer ortada hesap sorulmayan bir sistem varsa, bu sistemin adına demokrasi diyemeyiz. Bu sebeple kontrolün paylaşılmış olması, katılımcılıkta ve toplumun depolitize olmamasında önemlidir.

Ego Haritamız

Psikolojik bütünlüğün içinde benlik algılaması, iç uyum açısından önem taşır. İdealimizdeki ben, bulunduğumuz ben ve algıladığımız ben olmak üzere üç türlü “ben” vardır. Bu üç “ben”in dengede olması, realist, aktivist ve idealist bakış açıları ile ilgilidir.

”Gerçek ben”, kişinin olumsuz yönleriyle birlikte mevcut durumudur. ”Aktivist ben” ise gerçekle ideal arasında yaşamaya çalıştığı bendir. Ego haritasında gerçek-hayal sınırlarını doğru çizebilmek, insanın her zaman başarabileceği bir şey değildir. İnsanın aynaya, yani mukayeseye ihtiyacı vardır. Kişi özeleştiri yapabilirse, deneme-yanılmaya ihtiyaç duymadan sonuca ulaşabilir.

Psikolojik sağlığın ilk basamağı kişinin kendisini bilip tanımasıdır. Kendini analiz etmek, insanın bilmesi gereken ilk şeydir. Yoksa kendine karşı bir tür körleşme yaşar, hep hatalı kararlar verir.

Birinci Şart Kendini Bilmek

İnsanların güçlü ve zayıf yönleriyle kendilerini tanımaları, hayattan beklentilerini, amaç ve hedeflerini sorgulamaları gerekir. Evrende düşünce ve duygu süreçlerinin farkında olan tek varlık insandır. Psikolojide metakognisyon denilen bu durum, insanın varoluşunun farkına varan tek varlık olduğunu gösteriyor.

İnsanda kendini gözleyen bir ben (ego) vardır. Bu ego olayların içine karışıp kaybolmaz. Yaşadığı duyguların farkındadır. Kişinin ruh durumu ve o ruh durumu hakkındaki düşünce ve duygularının farkında olabilmesi, öz bilinç halidir.

Kendini tanıyan insan özgürlüğü yakalamış olur. Arzulardan özgür olmak, olumsuz duygulardan kendini kurtarmak, moral bozucu bir düşünce geldiğinde alternatif düşünceler üretebilmek insanı özgür ve mutlu kılar. Özgürlüğü ve bağımsızlığı doğru şekilde yaşamak, insanın kendi sınırlarını bilmesiyle mümkündür. Tanınan şey yönetilebilir. Birçok insan duygularını tanımadığı için kendini duygu seline kaptırır, akıntıya teslim olur. Yenilgiyi kabul ederek duygu ve zevk tuzaklarına yahut da yılgınlığa kapılıp depresif hale gelir.

Özeleştiri ve Özdenetim

Özeleştiri yapan kişi kendini sorguladıktan sonra özdenetimini devam ettirmelidir. “Denetlemek”, insan nefsine zor ve nahoş gelen kelimelerden biridir. Çünkü nefs, sorgulanmaktan ve denetlenmekten hoşlanmaz, sorumsuz ve sınırsız davranmak ister; bugünün zevk, eğlence ve oyunlarını düşünür. Geleceğe bakan gözü kördür. Tıpkı bir yarış atı gibi, eğitilmeden önce “Patron benim” der; eğitildikten sonra ise insanın onun patronu olduğunu kabul eder. “Siyaset” kelimesinin “seyis” kelimesinden türemesinin sebebi de budur.

Özdenetim iç disiplin gerektirir; sosyal sınırları iyi bilmek ve sosyal uygunsuzluk yapmamak özdenetimin sağlanması için ilk şarttır. Oturup kalkmayı, konuşmayı, nerede nasıl davranmak gerektiğini bilmek ustalık gerektirir.

Duyguları tanımak ve ifade etmek, duygusal okuryazarlıktır. Aşırıya kaçmadan yaşanan duygusallık dengeli bir hayatı beraberinde getirir ve bilgelik gerektirir. Özeleştirinin dozunu kaçırmış, zevk almayı hep ertelemiş, duygusal olarak donuklaşmış kişiler, duygusal acılarını bedensel acı olarak hissetmeye başlarlar. Kaygıyı organ dili ile yaşayan bu kişiler, örtülü bir depresyon içindedirler.

 İslam dininin özbilinç, duygusal ve düşünsel farkındalık için yaptığı vurgular pek
çoktur. Dergâhlarda ilim öğrenmeye gelenlere “önce edep” denilmesi, duygusal terbiyenin önemini gösterir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Kulun yaptığı ve yapmadığı şeyler için önüne üç defter konulur. Bunlar; neden yaptın, nasıl yaptın, kimin için yaptın defterleridir.” Bu, insanın şeytana uyup uymadığını ve ihlasla hareket edip etmediğini sorgulaması için olağanüstü bir fırsattır. Hz Ömer’in “Amellerimiz kıyamet günü tartılmadan önce, siz kendinizi dünyada iken tartınız” sözü, dinimizin bu konuya bakışının özeti gibidir.

Hesap vermeyi sorumluluk olarak öneren kutsal metinleri inceledikten sonra demokraside muhalefetin millet adına hesap sorma makamında olmasının ne kadar insani olduğu anlaşılır oluyor.

Sonuç olarak “Özgürlükçülük, Çoğulculuk, Hesap verebilirlik ve Katılımcılık” ın yaşam biçim, bir değer yargısı, yöntem olarak benimsenmesinin insanlığın geldiği ileri bir aşama olduğunu söyleyebiliriz. Böylece çocuklarımızı bu değerlerin baskın olduğu ortamda büyütme başarısını gösterebilmemiz hiç de zor değildir. Çünkü yetenekler böyle gelişecek, adalet böyle sağlanacak. Adaleti iyi lider çıkabilme şansına bırakmamak  her halde daha adil bir yoldur.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan/ Psikiyatri Uzmanı

Üsküdar Üniversitesi Rektörü

KÖPRÜ DERGİSİ/KIŞ 2014

 

 

Okunma : 6424

 

İlgili

22 Ağustos 2016
"Kişisel Haberler" içerisinde

Haberler

Foto Galeri