Aileyi ayakta tutan 4 kavram!
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı iş birliğiyle Ankara’da düzenlenen Uluslararası Aile fuarına katıldı. Türkiye’de ilk kez düzenlenen ve ana teması “Aile ve İyilik” olan fuarda Tarhan, “Ailede Pozitif İletişim” başlığında söyleşi gerçekleştirdi. İyiliğin bilimsel olarak antidepresan etkisi olduğunu vurgulayan Tarhan, sağlıklı iletişimde açık diyalog, empati ve rol paylaşımının belirleyici olduğunu kaydetti. Aile içi sorunların temelinde ego savaşlarının ve iletişimsizliğin yattığına dikkat çeken Tarhan, aileyi ayakta tutmanın sevgi, merhamet, huzur ve adaletle mümkün olduğunu söyledi. Gençlerin evliliği doğru örneklerle tanımaya ihtiyaç duyduğunu, evliliğin bir zorunluluk değil derin bir ihtiyaç olarak anlatılması gerektiğini de söyledi.
Ankara ATO Congresium’da düzenlenen söyleşinin moderatörlüğünü Gazeteci Şaban Özdemir yaptı.
Katılımcıların yoğun ilgi gösterdiği söyleşide işaret dili tercüme de gerçekleştirildi.
İyiliğin antidepresan etkisi var!
Uluslararası Aile Fuarında “Ailede Pozitif İletişim” başlığında konuşan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ilk olarak iyilik psikolojisini ele aldı. Tarhan; “İyilik psikolojisi üzerinde yapılan çalışmalar, iyiliğin antidepresan etkisi olduğunu gösterdi. Özellikle beyin ve nörobilim alanında yapılan çalışmalar bir insan iyilik yaptığında karşısındakini mutlu etmek amacıyla hareket etse de aslında kendi beyninde de mutlulukla ilgili alanların aktif hale geçtiğini ortaya koydu. Bu bulgular iyiliğin çift etkisi olduğunu gösteriyor. Yani sadece yapılan kişiye değil iyilik yapan kişiye de olumlu etkileri var. Bilimsel olarak bu görüş artık ciddi şekilde desteklenmeye başlandı. Zaten sosyal deneylerde iyiliğin etkisi gösteriliyordu ama bu şekilde kanıtlanması çok önemli oldu. 1800’lü yıllarda başlayan materyalizm ve modernizm akımlarıyla birlikte dünyacılık rüzgarları esti. Bu dönemde iyilik yapmak küçümsendi. Özellikle doğu kültürlerinde yer alan sadaka kültürü, tembelliği artırmakla suçlandı. Kapitalist sistem içinde ‘İyilik yapmak işletme maliyetini artırır, sadaka vermeyin, kimseye yardım etmeyin.’ anlayışı benimsendi. Bu aslında vahşi bir felsefeydi, güç felsefesi deniyor buna. Güçlü olanın zayıfı ezme hakkı olduğu anlayışı iyilik yapmayı engelliyordu. Son yıllarda bu anlayışa karşı bilimsel kanıtlar artınca iyilik yeniden değer kazandı.” diyerek sözlerine başladı.
“Rol paylaşımı net olmayınca çatışmalar doğuyor”
İnteraktif gerçekleşen söyleşide çocuklarda kimlik ve rol oluşumlarına değinen Tarhan; “Çocuğun gelişim basamaklarına baktığımız zaman ergenlikle birlikte çocukta kimlik karmaşası yaşanıyor. Ergenlikte ‘Ben kimim? Nereye yönelmeliyim? Niçin?’ gibi sorular sorar bir ergen. Bu soruları sorduğu zaman anneye, babaya, çevresine, topluma bakar ve kendi kimliğini oluşturmaya başlar. Bu kimlik etnik, dini, sosyal, kültürel ya da cinsel kimlik olabilir. Tüm bu alanlarda ergenlik döneminde bir kimlik karmaşası yaşanır. Ancak bu karmaşa genellikle 22 yaş civarına kadar büyük ölçüde çözülür ve kişi bir kimlik tanımı yapar. Biz çocukları bizim çocuğumuz zannediyoruz ama çocuklar annelerin, babaların çocukları değil bu zamanın çocuğudur. Özellikle çocuk 10 yaşını geçtikten sonra soyut düşünmeye başlamasıyla birlikte artık anne babanın çocuğun üzerindeki rol oluşturucu etkisi zayıflamaya başlar. Rol paylaşımı net olmayınca çatışmalar doğuyor. Sınırlar net olmadığında, tıpkı bir binada sınırlar belirsizse kimin nereye girdiği belli olmadığı gibi insan ilişkilerinde de sosyal sınırlar net olmalı. Sosyal kuralların açık olması gerekiyor. Bir insanı dengede tutan üç tür norm vardır. Birincisi hukuki normlar, yasalarla belirlenmiştir. İkincisi sosyal normlar, gelenek ve göreneklerle oluşmuştur. Üçüncüsü de ahlaki normlar, vicdanla belirlenmiştir. Şimdi biz çocuğa erdem ahlakını öğretiyor muyuz, öğretmiyor muyuz? Bu önemli. Eğer erdem ahlakı öğretiliyorsa çocukta rol karmaşası olmuyor ama ahlaki değerler ve bu değerlere dayalı bir standart oluşmamışsa ilişki standartları da oluşmaz ve rol karmaşası daha fazla yaşanır.” ifadelerini kullandı.
“Açık iletişim olmadığında güven ilişkisi de oluşmaz”
Rol paylaşımının doğru yapılması gerektiğini dile getiren Tarhan; “Yağ damlası yemekte olduğu zaman lezzet verir ama üstümüze damladığında kötüdür. Bir şeyin yerinde, makamında olmaması kötülük oluşturur. Mesela iş yerinde bir kişinin dik ve onurlu durması gerekir. Bu bir vakardır, iş disiplini açısından gereklidir ama evde de iş yerindeki gibi patron gibi davranamazsın. Evde patron değil baba olman gerekir. Aynı tutumu evde gösterirsen onun adı kibir olur. Yani aynı duygu iş yerinde onur anlamına gelirken evde yapıldığında kibir olur. Burada bir rol karmaşası yaşanır. Mesela babalık rolündeki değişiklikler… Evde baba olursun ama aynı zamanda eş rolündesin. Kadın-erkek ilişkilerinde en çok yaşanan sorunlardan biri, köle-efendi ilişkisi beklentisidir. Özellikle narsistik kişilik yapılarında bu daha belirgindir kadın ya da erkek fark etmez. Bir taraf ‘Sen bana itaat et.’ der diğer taraf da ‘Ben de senin istediğin her şeyi yapayım.’ der. Bu bir köle-efendi ilişkisidir. Bu tür ilişkilerde açık iletişim olmadığı için güven ilişkisi de oluşmaz. Karşı taraf hep ezilir. Güçlü olanın zayıfı ezdiği bir ilişki biçimi ortaya çıkar ve bu ilişkilerde mutsuz insanlar olur. Burada da yine rol paylaşımında bir hata var. Eş rolüyle iş insanı rolü, baba ya da anne rolüyle çocuk rolü karışıyor. Roller kayıyor, çatışıyor. Sonuçta sağlıklı ilişkiler gelişemiyor.” şeklinde konuştu.
Aileyi yıkmak ve dağıtmak için yürütülen küresel bir proje…
Aileyi zayıflatmak amacıyla küresel sermayenin çalışmalarını anlatan Tarhan; “Cinsel kimlikle ilgili roller küresel çapta yürütülen büyük bir projeye dönüşmüş durumda. Özellikle aileyi zayıflatmak amacıyla, küresel sermayenin ortaya koyduğu bir proje bu. Yani burada söz konusu olan yalnızca sosyolojik bir olay değil aynı zamanda sosyoekonomik bir olay. Kapitalist sistemin dünya nüfusunu azaltarak dünyayı yönetme hedefiyle şekillendirdiği bir strateji var. Bu proje, cinsel kimliklerin belirsizleşmesini istiyor. Bilimsel olarak üç tür cinsiyet var. Birincisi biyolojik cinsiyet, genetik olarak doğuştan gelen kadın ya da erkek. İkincisi psikolojik cinsiyet, kişinin kendini hissetme biçimi. Üçüncüsü ise toplumsal cinsiyet, toplumun bireye yüklediği roller. 2017-2019 yılları arasında 477 bin kişi üzerinde yapılmış geniş çaplı bir genetik araştırma Nature dergisinde yayımlandı. Oxford, Harvard ve Avustralya’dan birçok üniversitenin yer aldığı bu araştırma üçüncü cinsiyet olarak adlandırılan bir genetik temelin olmadığını ortaya koydu. Bu çalışmanın kitabını biz de çevirdik ve üniversitemizin yayını olarak yayınladık. ‘Transgender İdeolojisinin Yıkıcı Etkisi.’ diye. Bu projeyi yürütenler artık kadın ve erkek demiyor. Q diyorlar ama Q kavramı da artık yetmiyor. Her şeyi bir cinsiyet olarak tanımlıyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitliği, biyolojik eşitlik gibi sunuluyor. Oysa bu çok sinsi bir plan. Gerçekte toplumsal cinsiyet eşitliği hak ve fırsatlarda eşitliktir. Bu da adalet demektir. Buna zaten kimsenin karşı çıkması mümkün değildir. Bizim inancımızda da hak ve fırsat eşitliğine karşı bir duruş bulunmaz. Dolayısıyla mesele bir kültürel akım ya da modernizmin getirdiği bir yenilik değil. Bu planlı ve projelendirilmiş bir yapı. Aileyi yıkmak ve dağıtmak için yürütülen küresel bir proje. Bunu bilmek ve bu farkındalıkla yaklaşmak gerekiyor.” dedi.
“Aile inşa edilmeden toplum inşa edilemez”
Modernizmin ilişkileri nasıl etkilediğini anlatan Tarhan; “Şu anda ilişkiler çok yüzeysel. Modernizm ve kapitalist sistem ilişkileri de hızla tüketiyor. Ben de bu yüzden ailedeki sevgi kavramı üzerine düşündüm. Kur’an-ı Kerim aile konusunda dört kavramdan bahsediyor. Meveddet, merhamet, sekinet ve adalet kavramları. İlk olarak meveddet, Kur’an’da geçen derin bağlılık içeren bir sevgi türü. Sevgi artı iş birliği olduğunda, güven ortaya çıkıyor. Güven varsa meveddet oluşuyor ama günümüzde ilişkilerde yalan ve sadakatsizlik arttığı için güven zayıfladı. Bu yüzden meveddet de oluşamıyor. İkinci kavram merhamet. Merhamet, karşı tarafı incitmekten sakınan bir şefkattir. İçinde empati vardır. Üçüncü kavram ise sekinet. Yani sükûnet ve huzur. Bugün “otantik mutluluk” denilen şeyin karşılığı aslında sekinettir. Bu huzuru sağlayan ortam, çocuğun en büyük güven kaynağıdır. Dördüncü kavram adalet. Diğer üç kavram Mekke döneminde, adalet ise Medine döneminde inmiştir. Bu da bize İslam’ın aileyi önce iman ve sevgi ile inşa ettiğini, sonra kuralları getirdiğini gösterir. Biz ise günümüzde doğrudan kurallarla başlıyoruz. Halbuki önce güvenli ve sevgi dolu bir aile ortamı kurulmalı. Aile inşa edilmeden toplum inşa edilemez.” ifadelerini kullandı.
“Aile içindeki sorunların temelinde ego savaşları yatıyor”
Bencilliğin ve dünyacılığın ilişkileri yüzeyselleştirdiğini söyleyen Tarhan; “Şu anda dijital araçlar, akıllı telefonlar evin açık kapısı gibi. Aileler artık dış dünyaya tamamen açık halde. Halbuki aile son sığınaktır. Bu yüzden her anne babanın çocuğun hayatında ana aktör olması gerekiyor. Toplum değil anne baba büyütmeli çocuğu. Bir çocuğun kahramanı annesi ve babası olmalı. Bu sağlanırsa çocuk hata yapsa bile toparlayabilir çünkü evde güvenli bir ilişki vardır. Aile içindeki sorunların temelinde genellikle ego savaşları yatıyor. Egoizmin olduğu yerde ilişki derinliği olmaz. Derinleşmek için insanın kendini aşması, öz eleştiri yapabilmesi, tarafsız bir iç görü kazanması gerekir. Modern çağda fiziksel görünüm kutsallaştırıldı, derinlik geri planda kaldı. Bunun kültürel ve toplumsal bedelini ödüyoruz. Yeme bozuklukları, intiharlar, narsistik davranışlar arttı. Amerika’da çıkan Narsizm Salgını adlı kitapta, özellikle sosyal medya sonrasında ergenlerde ciddi bir artış olduğu ortaya konuyor. Bugün ilişkileri yüzeyselleştiren iki büyük sorun var. Bencillik ve dünyacılık yani sekülerizm. Sadece dünyaya odaklı bir yaşam. Bu anlayışta hesap verme duygusu yok. İnsan yanlış yaptığında bunu sadece iyi niyetiyle düzeltemiyor onu koruyan şey samimiyeti değil hesap verebilirliğidir. Hepimizin içinde kötü bir parça var. Buna nefs denir. Otto Kernberg’in buna kötü parça diyor. Psikanaliz başlangıçta insanın içinde kötülüğü reddediyordu çünkü kiliseye tepkiyle doğmuştu. Kilise insanı doğuştan günahkâr sayıyordu vaftizle arındırıyordu. İslamiyet ise insanı beyaz bir kâğıt gibi görür. Üzerine iyi de yazılabilir kötü de.” şeklinde konuştu.
“Empati kurmadan sağlıklı iletişim olmaz”
Aile içi iletişim üçe ayrıldığını belirten Tarhan; “Birincisi sağlıklı iletişimdir. Taraflar sorunları konuşarak çözer, açık bir diyalog vardır. İkincisi çatışmalı iletişimdir. Tartışma, gerginlik olabilir ama en azından iletişim devam eder. Üçüncüsü ise iletişimsizliktir ve en tehlikelisi budur. Dışarıdan bakıldığında her şey yolunda gibi görünür ama aslında iki taraf da kendi iç dünyasında yaşar. Sorun konuşulmaz, paylaşım yoktur. Bu, ilişkinin sessizce kopmaya doğru gittiği bir noktadır. İletişimsizlik patolojisi dediğimiz durum budur. Çatışmalı iletişim bile iletişimsizlikten daha iyidir. Çünkü orada hala bir çaba, bir düzeltme niyeti vardır. Çift terapisine başvuranlarda öncelikle iyi niyet ve sevgi olup olmadığına bakıyoruz. Eğer temelde sevgi varsa sorunlar çözülüyor. Daha sonra bazı iletişim sorunlarını analiz ediyoruz. Zihin okuma var mı? Taraflardan biri, karşısındakinin hiç düşünmediği bir şeyi varsayıp ona göre tepki veriyor mu? Bu çok sık görülüyor. Niyet okuma var mı? ‘O bunu bilerek yaptı.’, ‘Beni kırmak için söyledi.’ gibi düşünceler varsa bu da çatışma yaratıyor. Gerçekçi olmayan beklentiler var mı? Beklenti seviyesi çok yüksekse, bunu daha makul bir düzeye çekmeye çalışıyoruz. Bu da çoğu zaman ilişkiyi rahatlatıyor. Yakınlıktan kaçınma var mı? Bu da ciddi bir sorun. Kişiler birbirine duygusal ya da fiziksel olarak yaklaşmaktan kaçıyorsa bu iletişimsizlikle birlikte ilişkide uzaklaşmayı getiriyor. Bu noktada, çiftlere ortak ilgi alanları oluşturmaya çalışıyoruz. Herkesin bireysel ilgi alanı olabilir ama ilişkiyi canlı tutan şey ortak paydalar bulabilmektir. Tüm bu süreçlerde empati kilit rol oynuyor. Empati kurmadan sağlıklı iletişim olmaz.” dedi.
Ebeveynliğin de sahtesi oluyor…
Zihinlerimizin işgal altında olduğuna dikkat çeken Tarhan; “Dijital dünyada sessiz kalıp protesto yapmak yerine asıl odaklanmamız gereken şey dijital ortamları nasıl insanlığın yararına kullanabilmemiz olmalı. Zihinlerimiz işgal altında. Önce bu zihinsel işgali kaldırmamız gerekiyor. Kur’an’daki hakikatleri, İslam’daki evrensel değerleri, bu çağın diliyle ve bu çağın vizyonuyla nasıl anlatabiliriz, buna kafa yoralım. Mehmet Akif’in dediği gibi bu çağın anlayışına hitap edecek bir dille anlatabilirsek internet bizim ideallerimize hizmet eder. Bunun için dava insanı olmamız gerekiyor. Dava insanıyla dava insanı olmayan, mürşitle sahte mürşit, liderle sahte lider arasında çok temel farklar var. Bir lider, insanları kendine bağlıyorsa o lider sahtedir ama insanları davasına bağlıyorsa, işte o gerçek bir liderdir. Bir mürşit, insanları Allah’a bağlıyorsa doğrudur. Kendine bağlıyorsa o sahte bir mürşittir. Aynı şekilde bir anne ya da baba da çocuğu kendine bağlıyorsa, yani ‘Beni sevsin, bana bağlı kalsın.’ diyorsa bu da sahte bir ebeveynlik, anne-babalıktır. Gerçek ebeveynlik, çocuğu yaratana yani Allah’a bağlayabilmektir. Çünkü sevgi hiyerarşisinin en tepesinde ilahi sevgi yer almalıdır. Bu olmazsa, çocuk bir anlamın parçası olamaz. Böyle olunca da anne ya da babasıyla menfaat ilişkisi bittiğinde onları kolayca hayatından çıkarabilir. Çünkü vicdanı gelişmemiştir. Bir çocuğun Allah’la bağ kurması, onu büyük bir anlamın parçası haline getirir. Görüyoruz ki anneliğin de babalığın da liderliğin de sahtesi var. Biz para sahte mi değil mi diye bakıyoruz ama insan sahte mi değil mi diye bakmıyoruz. Halbuki en tehlikelisi bu. Çoğu insan maskeli. Gerçek, sahici, içi dışı bir olan insan sayısı çok az. Öyle bir zamanda yaşıyoruz. Bu nedenle gönlü kırık insanların kalbine dokunmak gerekiyor. O insanlar gerçek insan arıyorlar. Samimi insan arıyorlar. Bu yüzden içten, açık, şeffaf, dürüst ilişkiler kurmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde o insanların içinde bir derinlik oluşturabiliriz.” ifadelerini kullandı.
Gençler neden evlenmek istemiyor?
Evlilikte özgürlük sorumluluk dengesinin önemini vurgulayan Tarhan; “Günümüzde gençlerin evlenmek istememesinin temel sebeplerinden biri, aileyi bir ayak bağı olarak görmeleri. Eskiden kültürel aktarım aile üzerinden yapılırken, artık bu görevi internet, sosyal medya ve dijital platformlar üstlenmiş durumda. Dolayısıyla aile gençler için artık bir değer değil özgürlüğü kısıtlayan bir yapı gibi algılanıyor. Ayrıca içinde bulunduğumuz dönemde, özgürlük kavramı da sorumsuzlukla karıştırılıyor. Bu da evlilik algısında ciddi bir anlam kaymasına yol açıyor. Evlilik bir sorumluluktur ama gençler hem bu sorumluluktan hem de evliliğin getirdiği yüklerden korktukları için evlenmekten kaçınıyorlar. Gençlere sürekli ‘Neden evlenmiyorsun?’ diye baskı yapmak çözüm değil. Bunun yerine onlarda evliliğe dair bir ihtiyaç hissi uyandırmamız gerekiyor. Mesela, evliliğin en büyük getirilerinden biri, insanın yalnızlık duygusunu gidermesidir. Kaliteli bir beraberliğin yerini hiçbir şey tutmaz. Eğer genç, çevresinde nitelikli bir evlilik örneği görürse, bu ihtiyacı fark eder ve evliliğe daha olumlu yaklaşır. Bugün birçok genç, evlilik dışı ilişkilerin sahte olduğunu fark ediyor. O ilişkilerin yüzeyselliğini görünce, bir süre sonra ‘Bu doğru değilmiş.’ diyerek evliliğe yönelme eğilimi gösterebiliyor. Sonuç olarak evlilik bir zorunluluk değil doğru sunulursa bir ihtiyaç olarak hissedilecek bir yapıdır. Bunu gençlere doğru bir dille doğru örneklerle anlatmak gerekiyor.” diyerek sözlerini sonlandırdı.