ÇAĞIMIZIN en önemli sorunudur belki ruh sağlığının ve dolayısıyla toplum sıhhatinin yerinde olmayışı. En normal kişinin dahi bir iş veya arkadaş çevresinde gösterdiği olumsuz bir görüntü, o kişinin çok ilginç bir şekilde “Psikolojik sorunları var” biçiminde tanımlanmasına sebep oluyor. En ortalama aileler içerisinde sinir harpleri, en basit cümlelerden algı yanlışları çıkarılıyor. Bir kişinin sahip olduğu herhangi bir olumsuz düşünceyle dahi ne büyük felaketlere döndürülüyor dünya.
Entropi kelimesini ilk duyduğumda, evrenin nasıl bir dönüşle döndürüldüğünü anlamaya gayret ettim. Öyle ya, bu kelimenin bir kelebeğin kanadından fay hatlarını çatlatan bir dalgayı doğuracağını henüz bilmiyordum daha.
İmam Şafii Hazretleri’nin meşhur Asr Suresi’ne ilişkin sözü, aslında bu entropi hareketinin hemen başlangıçta bahsettiğim olaylar dizinine ne de büyük bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Sure, zamana yemin edilerek insanların hüsranda olduğunu ve bu durumdan müstesna olarak da birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin olduğunu anlatıyor. Peki, ya her surenin başındaki cümle?
Besmele ile entropi arasındaki ilişkiyi uzun uzadıya anlatmak benim ehli olduğum iş değil. Lakin bütün toplumların aynı sinir harplerine nasıl giriftar olduklarını gözlemleyerek bazı veriler toplamaya çalışıyoruz. Toplum gerilimi üzerinde çareler aramaya çalışırken, gerilimin bittiğini, olumlu anlamda değil, maalesef sinir uçlarını koptuğunu, dolayısıyla toplumun kutuplara ayrıldığını görüyoruz.
Ülkemizde psikoloji ve sosyoloji denildiğinde akla ilk gelen isimlerden, hatta ilk gelen isim olan Prof. Dr. Nevzat Tarhan Hocamızla bu mesele üzerine dolu ve derin bir söyleşi gerçekleştirdik. Saygıdeğer Hocamız, hâlihazırda Üsküdar Üniversitesi Rektörü olarak da hizmet etmekte. Üniversitenin Türkiye adına çok önemli bir özelliği var. ABD ve Avrupa çıtasında yeni üniversiteler açılan ülkemizde birkaç “tematik” ekol oluşturuldu. Yani bu oluşumlar, üniversite bünyesinde yalnızca bir konu üzerine yoğunlaşıyor ve o konunun dalları üzerine akademik çözümlemeler gerçekleştiriyor. Üsküdar Üniversitesi, işte bu tematik konu noktasında “psikoloji ve sosyolojiyi” bünyesinde barındıran Türkiye’deki ilk ve tek üniversite.
Gündemdeki her konuyu bu çerçeveden değerlendiren üniversitenin gayesi de açık: “Sıhhatli toplumlar oluşturmak.”
Kendilerine danıştığımız ilk andan itibaren ilgileri ve yardımlarıyla yanımızda olan Sayın Rektör’ün Basın Danışmanı Şaban Özdemir Bey’e de katkılarından dolayı teşekkür ederek, her satırını derin yorumlarla bezeyebileceğiniz söyleşimizle sizi baş başa bırakıyorum.
Hâlihazırda görülen bir 28 Şubat Davası var. 28 Şubat’ın biraz öncesine gidecek olursak, Cuma namazlarının ardından ellerine yeşil bayrakları alarak şeriat isteklerini sıralayan büyük kalabalıkların sokaklara çıktıklarını, televizyon ve gazetelerde servis edilen tarikat ayinlerini hatırlayacağız. O günden bugüne geldiğimizde de Gezi olaylarıyla söz konusu görüntünün tam da zıddını, bu kez şeriat yerine laiklik kaygısında olan kalabalıkları sokaklarda, hükümet binasına yürürken, hatta futbol sahalarında izliyor, televizyon ve gazetelerle pompalanan tansiyonu yüksek programları müşahede ediyoruz. Bu durum, insana “Nereden nereye?” dedirtiyor. Siz bu durumu nasıl izah ediyorsunuz?
Psikolojik savaşta provokasyonun bir tanımı vardır. Provokasyonun anlamı “ani görev”dir. Bir toplumda, bir konu üzerine odaklanılmış bir gerilim varsa, o konuda bir duyarlılık oluşmuşsa, üzerine bir kıvılcım düştüğünde alev alabilecek duygusal bir potansiyel varsa, psikolojik savaş uzmanları oralarda doğrudan görev alırlar pratik olarak. Onlar, böylesi durumların kokusunu alırlar ve herhangi bir olay olduğunda kendi görevlendirdiklerine “Şuraya git ve düğmeye bas!” tarzında talimatlar verirler.
Bunun yanında her duruma ilişkin projeler hazırlanır. Mesela bir deprem ortamı düşünün. Deprem ortamında hiç kimse, deprem olacak korkusuyla eve girmiyor. Depremden sonra “Yine deprem olacak” şeklinde bir korku ve beklenti vardır. İşte bu durum, duygusal bir potansiyele sahiptir. Böyle bir durumda biri çıksa, sahip olunan bu potansiyeli kullanabilir. Buna “gri propaganda” deniyor. Gri propaganda belirsizlik üzerinedir. Yani kaynağı belirsizdir, hedefi belirsizdir. Misalde belirttiğimiz gibi, “Bu gece deprem olacak, filanca profesör böyle söyledi” biçiminde bir fısıltı yayılsa, o fısıltı anında bütün deprem kamplarına yayılır ve geceleri dahi kimsecikler uyuyamaz olur, çadırlarına dahi giremezler. Çünkü herkes, bu konuya karşı son derece hassastır, üzerlerinde duygusal bir duyarlılık oluşmuştur.
“7,4 yetmedi mi?”
Bunun gibi, eğer dinî konularda da bir duyarlılık oluşmuşsa veya Gezi olaylarındaki gibi ranta karşı bir tepki, yani yeşil kıyımına karşı bir duyarlılık oluşmuşsa, bu duyarlılığın olduğu yerlerde “Ani görev!” diye görev çıkarıp o kitleleri harekete geçirecek, kitleleri kışkırtacak kişiler konuşlandırılır.
Mesela 28 Şubat’ın hemen arkasından büyük bir deprem oldu, hatırlarsınız. Ve 28 Şubat süreci daha devam ediyorken ikinci büyük bir depreme daha şahit olduk. Tam da bu ikinci deprem yaşanmışken kim olduğu belirsiz biri, sokaklarda oluşan kalabalıkların içinde şöyle bir pankart açtı: “7,4 yetmedi mi?” Bu nedir? Orada bulunan insanları bir kışkırtma girişimidir. Elbette bazı gazetelerde bu pankart görüntüsünü aldı ve manşetlerine taşıyarak “Bakın bu dinciler öyle kötü adamlar ki depremi bile toplumun bir kesimini kötülemek, toplumu kutuplaştırmak için kullanıyorlar” dedirtip kutuplaşmayı arttırdılar.
İşte bütün bunların amacı, o zamanki toplumda bir laik ve anti-laik bloğu oluşturmaktı. Bunu 12 Eylül öncesinde komünist ve anti-komünist diye gördük ki o zamanki hassasiyet de bunun üzerineydi. Şimdi ise, yani Gezi olaylarının geliştiği sosyolojik yapı itibariyle “yeşile sahip çıkma” adına otorite karşıtı bir söylem oluşturuldu. Şu an toplumda böyle bir hassasiyet, böyle bir eğilim mevcut otoriteye karşı gelme üzerine. Özellikle de Gezi kuşağı neslinin sahip olduğu sosyolojik duyarlılığından hareketle toplum, yeniden bir kutuplaşmaya doğru sürükleniyor. Bunun adı da “yaşam tarzı kutuplaşması” şeklinde oluşmuştur.
Şu anki kutuplaşma biçimi, laik ve anti-laik kutuplaşma biçiminde değildir. Bu şekle dönüştüremediler. Psikolojide şöyle bir şey vardır: Paranoyası olan birine, mesela “Karım beni aldatıyor mu?” diye düşünen birine “Karın seni aldatıyor” denildiğinde çok büyük ve ağır bir iddiada bulunmuş olunur. Kanıt varsa, o kanıtı bulup çıkarmak bir zorunluluktur ve bu, iddia sahibinin sorumluluğundadır. Eğer aldatma dair bir kanıt varsa sunulmalıdır. Bu sunulamıyorsa, o halde özür dilenmelidir. İşte bu zamanda “Türkiye, İran olacak” diyerek bir korku yaymayı deniyorlardı, bunu söyleyenler herhangi bir kanıt bulamadılar.
Bu kanıt bulunamayınca konu üzerine bir propaganda gücü kalmadı. Şu anki duyarlılıksa “yaşam tarzı” üzerine. “Bir mahalle baskısı var, şu an dindar kişiler daha özgür” gibi bir düşünce var. “Daha önce azınlık, çoğunluk üzerine baskı kuruyordu, şimdi 28 Şubat’ın rövanşını aldılar ve çoğunluk, azınlık üzerine baskı yapacak” tarzında bir kutuplaşma alanı oluşturuldu. Bu kutuplaşmalar, toplumdaki eğilimlerin kötü kullanımı şeklinde karşımıza çıktığını görüyoruz.
“Sevmiyorlardı da sevmeye mi başladılar?”
İlginçtir: Geçen sene ve 2011’de, Anıtkabir’i ziyaretçi sayısı 400 bin civarındayken, bu seneki sayı 1 milyonu aştı. Bir sene içinde 1 milyon insan, Atatürk’ü sevmiyordu da sevmeye mi başladı? Burada şöyle bir şey var: Toplumdaki otorite-iktidar karşıtı duyarlılık, yaşam tarzına ilişkin duyarlılık… Bazı yapılar, şu anda toplum üzerine yazdıkları projeleri bu konu etrafında şekillendiriyorlar ve “Bloklaştırarak kutuplaştırabiliriz biz” diyerek bir hesap yapılıyor. Türkiye’yi yönetenlerin bu oyuna gelmemeleri lazım. Şu andaki kutuplaşma konusu, “yaşam tarzı şovenizmi”, hatta “yaşam tarzı ırkçılığı” üzerine. Yani bu şöyle bir durum: “Senin yaşam tarzın, benim yaşam tarzım” gibi… İşte bütün bunlar, 28 Şubat’ın şekil değiştirerek devam ettiğini gösteriyor.
Peki, bu ani görev işlevi, iki kutbu da bir araya getirerek gerçekleştirilebilir mi, bunu yapacak bir güç var mı?
İngilizlerin insanlığa hediye ettiği “zehirli” bir yöntem var. Bu yöntem, “kara propaganda” yöntemidir. İngilizler dünyayı böyle yönettiler. Mesela Hindistan’a gittiler ve oradaki iki grup, Müslümanlarla Hindular arasında “Biri diğeriyle evlenemez” şeklinde bir kanun çıkardılar ve böylece bu iki grubu kavga ettirdiler. Daha sonra her iki tarafa da mavi boncuk dağıtarak, ikisinin kavgası üzerinden bütün ülkeyi yönettiler. Bu yöntem, İngilizlerin millî siyasetidir. Ve maalesef bizde de “terörler mücadele” kapsamında böyle bir siyaset yürütüldü. Bir kesimi diğer bir kesimle savaştırarak terörü önlemeye kalkıştılar. Bu, Güneydoğu Anadolu’da izlenen yanlış bir politikaydı. 12 Eylül’den önce Rusya kökenli komünist ve aşırı sol eylemler vardı ve karşısına karşıtını koymuşlardı, bunun devamında ortaya çıkan PKK unsurunun güçlenmesi üzerine de Hizbullah’ı ortaya çıkararak ikisi arasında bir denge kurulmaya çalışıldı. Bu, ABD’nin El-Kaide’yi büyütüp dünyanın başına bela etmesi gibi bir şeydir. Bu, tamamen insanları birbirine kırdırarak, bugün Irak’taki Şii-Sünni çatışması yaptırarak Irak’ın gelişimini engellemek gibidir. Irak’taki bazı sinir uçlarıyla oynayarak sürekli gergin bir ortam sağlanıyor ki bundan faydalanan küresel güçler mevcut.
Bu küresel güçler, her zaman böylesi projeleri yapacaklardır. Hele şu an burada kutuplaşmayı çok arzu ediyorlar. Ve bu kutuplaşma için de 28 Şubat’ın devamı diyebileceğimiz bir plan, psikolojik bir savaş yöntemi olarak Gezi olaylarından sonra sürdürülüyor diyebiliriz.
Temas, savaşın değil, diyalogun aracı olmalı
Terörle mücadele konusuna değinince aklımıza şu geliyor: Madem uygulanan bütün politikalar yanlıştı, peki doğrusu ne idi? Psikolojik savaş ekseninde karşımıza bir terör sorunu çıkartıldı ve ülkemiz yıllarca bu konu etrafında yıpratıldı. Şu an Çözüm Süreci ile birtakım onarımlar gerçekleştiriliyor. Psikolojik anlamda insanlar, terörden nasıl arındırılırlar?
Dediniz ya “Cuma namazı çıkışında provokatif faaliyetler vardı” diye, bunun terör boyutunda da marjinal grupların tahrik edildiğini görüyoruz. Marjinal gruplara “Şu senin hakkında şunu söyledi” veya “Bu senin hakkında bunu söyledi” diyerek ikisini birbirine düşürüp çarpıştırıyorlar. Birkaç kişi bu çarpışmalarda ölünce, sonrasında sürekli şekilde birilerini vurmaya başlıyor bu gruplar. Buna karşı yapılacak şey, farklılıklar üzerinden değil, benzerlikler üzerinden politikalar üretmektir.
“Birçok etnik grup var ülkemizde. Bunların ortak değerleri nelerdir?” Sosyolojik olarak, işte bu kriter benimsenmelidir. Neyi seviyorlar, nelerden hoşlanıyorlar, hangi müzikleri dinliyorlar, yemek zevkleri nedir veya dinî değerlerden tutun da ailevî değerlere kadar ortak bütün değerleri ortaya çıkarmak ve o alanlar üzerinde yoğun tahşidat yapmak, o alanlar üzerinde ortak aktiviteler düzenlemek, ortak eylemler gerçekleştirmek gerekiyor.
Kutuplaşmanın önündeki en büyük engel, en sihirli ve anahtar kelimedir “temas”. Diyalog varsa, iki taraf birbiriyle temas ediyorsa, bir müddet sonra birbirlerini tanıdıklarında birçok şeyin gereksiz olduğunu, birçok şeyin abartıldığını göreceklerdir. Bu, tıpkı aile içerisindeki kavgalar gibidir. Küslük devam eder, aile içindekiler birbiriyle konuşmazlarsa, herkes bir senaryo yazar ve aile dağılmaya gider. Ama konuşabilmeyi başarıyorlarsa, iletişim, ilişki yönetimi oluşturulabiliyorsa, iki taraflı kazan-kazan türünde sonuçlar elde edilir.
Başbakan’ın Alevi yaklaşımı yanlış
Şu sıralarda bir Alevi-Sünni gerilimi tekrar canlandırılmaya çalışılıyor. Böyle tahriklere karşı Başbakan’ın çıkışları oldu “Ben de Hazreti Ali’yi seviyorum… Torunumun bir adı Ali olacak” gibi. Başbakan’ın bu yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Empatik değil bu yaklaşım. “Ben de Hazreti Ali’yi seviyorum” dediğinizde olmaz. Saf değil kimse. Bir insanın kendi inandığını söylemesi güzeldir. Fakat muhatap aldığı taraftaki insanlar açısından, bu cümleden “Ben de seviyorum Hazreti Ali’yi, sen de. Gel, sen de Sünni ol” anlamı çıkıyor. Hâlbuki onlara “Sen Alevi olarak kalabilirsin. Biz asırlarca birlikte yaşamayı başarmışız” diyerek, kimlikleri koruyarak birlikte yaşamanın formüllerini çıkarmak gerekli.
Alevilerle ilgili olarak Cumhuriyet tarihinin en iyi adımları atıldı bu son dönemde. Bu adımlar çok olumlu. Bu adımların daha somut hale gelmesi gerekiyor, fakat bunda da cimri davranılıyor. Oysa kültürel olarak cömert, siyasal olaraksa temkinli davranılmalıdır. Kültürel haklar konusunda vatandaşa dair bütün eşitliğin sağlanması gerekiyor. Toplumdaki utanç hissini kırarak güven ortamını oluşturduğunuz zaman problem çözülür.
Şu an dediğimiz gibi olumlu adımlar atılıyor, daha olumlu gelişmeler var ama burada da iktidarın bir kontrol etme çabasının olduğunu görüyoruz. “Her şey benim kontrolümde olsun, benim sınırlarım dahilinde gitsin” diye düşündüğünüzde karşı tarafa “Kendi kimliğini değiştirerek gel” çağrısı iletirsiniz. Oysa “Kendin olarak gel” tarzında yaklaşmalı, onları anlamaya çalışılmalıdır. Bunu anlamak için de dinlemek gerekiyor. Kimsenin kimseye fırça atma hakkı yok. Kimsenin kimseyi azarlayarak konuşma hakkı yok. Bu insanları kabullenerek konuşmalı ve beraber bir yol haritası çizilmelidir. Yani önce kabullenmek gerekiyor. Kabullenmeden, parmak sallayarak yapılan konuşmalar, karşı tarafta bir savunma duygusu oluşturur. Bu da kutuplaşmayı arttırır.
Bu konuda empati yaparak ortak bir nokta belirlenecek, bir adam siz atarken bir adım da o atacak ve bir araya gelinecek. “Benim doğrularım bunlar. İşine geliyorsa gel” dediğinizde kutuplaşma olur ve bundan da herkes, güçlü olan da, zayıf olan da zarar görür. Hâlbuki kazan-kazan sistemiyle işleyen politikalara ihtiyaç var.
Üç bacaklı sandalyeye oturulmaz
Şu an Türkiye’de haliyle 81 vali var. Aleviler, mesela bu durum üzerine “Hiç mi valiliğe layık bir alevi yok?” diye soruyorlar ve bir ayrımcılık yapıldığını dillendiriyorlar. Demek ki ortada belirgin bir algı var. Bunun için de muhakkak kardeşlik projelerinin lafta kalmaması, katılımcılık projeleriyle desteklenmesi lazım.
Demokraside katılımcılık esastır ve dört ayağı vardır: Eleştirilebilir olmak, hesap verilebilir olmak, özgürlükçü ve çoğulcu olmak ve sonuncusu da katılımcı olmak. Seçimle hesap verirsin, özgürlükçü de olabilirsin, çoğulcu da… Ama kararları birlikte almaya, katılımcı olmaya yanaşmıyorsanız durum, üç bacaklı bir sandalye gibi olur ve dolayısıyla ona oturamazsınız. Dört bacağın da olması, dört ayağın da birlikte işlemesi lazım.
Bu soruyu en net şekilde yöneltmekte fayda var sanırım. Bugün toplumda sanki bir AK Partili ve Ulusalcı bloğu oluşmuş durumda. Ulusalcı taraf, bütün yayın organlarıyla kendisinden tarafta olmayanları AK Partili olmakla ve AK Partili olarak devletten yana tavır takınmakla suçluyor. Bunu yaparken de kendisinin sadece kendisinin vatanperver olduğunu dillendiriyor. Devletten taraf olmakla vatandan taraf olmak gibi bir şey olabilir mi? Veya devlete aşkla vatana aşk, devlete sadakatle vatana sadakat arasında bir farktan söz edilebilir mi?
Tabiî kişinin devletten ne anladığını iyi bilmek lazım. Daha önceleri devlet ayrı, hükümet ayrı diye bir algı vardı. Devleti sanki askeri ve sivil bürokrasi temsil ediyor, hükümetse halkın oy verdiği ve sadece devletle halk arasında aracı vazifesi gören bir arayüz olarak görülüyordu. Bu durumda Türkiye’yi kim yönetiyor? Devlet yönetiyor. Yani kim? Askeri ve sivil bürokrasi. Yani seçilmişler yönetmiyor. Demokrasi sistemlerde son kararı kim verir? Seçilmişler verir, milletin seçtikleri verir, yani Meclis verir. İşte devlet kavramının oturabilmesi için Meclis’in güçlü olması gereklidir.
Anayasa’nın düşürdüğü durum
Şu an Türkiye’deki sistemde Meclis güçlü değil. Meclis, çoğunluğa göre şekilleniyor ve halk iradesi bire bir Meclis’te yansımıyor. Olması gerekeni en iyi yapansa ABD. Oradaki insanlar, “Beni en iyi şu temsil eder” diyerek kendi temsilcilerini seçiyorlar. Daha sonra o temsilciler de iktidarı seçiyor. Burada halk, kendi özgür iradesiyle seçim yapıyor. Halkın daha çok sevdiği kişiler temsilci seçilmelidir, partilerin gösterdikleri değil. 50 kişi olmaz da 7 kişi olur, ama halk, kendi tercihini seçer. Meclis’in güçlü olması gereklidir. “Kim devlet, kim değil?” sorununun çözülmesi için millet iradesinin Ankara’ya hâkim olması lazımdır.
Şu an millet iradesi Ankara’ya hâkim mi? Önceki sistemin devamına rağmen daha iyi durumda. Fakat şimdi de Ankara’ya hâkim olan irade, Hükümet’in iradesi. Bu da sistemin getirdiği bir sorun. Türkiye, Cumhuriyet’in ilk yıllarına dönmüş gibi. O zaman halkın seçtiği bir Meclis vardı. Ama ikinci ve üçüncüler, o zamanki hükümetin seçtirdikleriydi. Bugün de ilk başta halkın seçtiği meclisi gördük, ama daha sonra parti başkanlarının seçtiği bir meclise bakıyoruz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi güçlü olmadıkça, Türkiye’deki sistem normalleşemez. Zordur bunu işletmek. Bir kanunu çıkarmadan önce 550 milletvekilini ayrı ayrı ikna etmek gereklidir anlattığımız duruma göre. Bunun için lobiler kurularak ikna faaliyetleri yapılıyor. Bu iş biraz zordur, zahmetlidir, ama toplumun kendini ifade kanalları bunlar olduğu için, o sistem hastalıklara karşı her zaman dirençlidir, krizlere karşı dirençlidir, öyle bir sistem…
Dedik ya “milli iradenin hâkim olması” diye, ikinci sihirli kavram da “hukukun üstünlüğü”. Bu iki kavram üzerine Meclis’in sağlıklı çalışmasıyla ancak devlet kavramı yerine oturur. Böyle bir durumda devlet denilen aygıt, Meclis’e, millete tâbi olacaktır. Bu sistem olmadıkça, -hani eski Yunan’da bazı heykeller vardı kafası aslan, vücudu boğa, yani ne aslan, ne boğa- Türkiye’deki görüntü de ne demokrasi, ne otoriter sistem olarak devam edecektir. Melez, hibrit bir yapı… Bu da “Anayasa değişmediği” için…
Bu konulara paralel olarak başka güncel bir meseleye getirmek istiyorum sizi Hocam. Psikolojik savaşlar şahıslar üzerinden yürütülür mü?
Psikolojik savaşta önce bir stratejik hedef belirlenir. Stratejik hedef belirlendikten sonra o hedefle ilgili ortam hazırlanır. Ortamın hazırlanması için stratejik hedefe yönelik yığınaklar yapılır, belli konularda bilgi toplanır. Bu yığınaklara göre eğer kişi kritik biriyse, yani onun vücudunun yok olması ya da bir hata yapması bir istikrarsızlığa sebep olacaksa rahatlıkla kişi hedeflenir.
Darbenin dört ayağı vardır: Darbe ideolojisi, onunla ilgili mevzuatın olması –yasa gibi bir şeye dayanması-, kadronun olması ve sonuncusu da istikrarsızlığın olmasıdır. Şu an Türkiye’de darbe ideolojisini savunanlar var, kadrolarda da köklü bir değişiklik yapılmadı. Maalesef siyasal dayanak, yani mevzuat, 12 Eylül’ün anayasası da olduğu gibi duruyor. Bu durumda siyasi bir istikrarsızlık olursa Türkiye’de, bir kaos olursa her zaman bir Sisi çıkar. Mısır’daki Sisi gibi her zaman biri çıkar. Bunu hiç sürpriz olarak görmemek lazım.
Yazıcıoğlu ve Kozakçıoğlu olaylarına dikkat!
Peki, bu stratejik hedefe yapılacak olan hamle hangi silahlarla yapılıyor? Bugün yalnızca ateşli silahlar değil, kazalar, parapsikoloji, telekinezi, elekromanyetik dalga yöntemleri gibi birçok saldırı mekanizması mevcut. Sizin bir yazınızdan hareketle şunu sormak istiyorum: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun içinde bulunduğu helikopterin düştüğü günün ertesinde, bir haber sitesinde “O kim ya?!” başlıklı bir yazınız yayınlanmıştı. Helikopterde bulunan gazeteci İsmail Güneş’in bir psikoloji uzmanı olarak şuurunun açık olduğunu ve etrafındakileri tanıdığını, işte buna rağmen bir ara “O kim ya?!” diyerek bir şaşkınlık ifadesi kullandığını belirttiniz. Gerçekten de bu dikkat çekici bir ifadeydi. Çünkü o şaşkınlık cümlesinin devamı, acil servis konuşmalarının verildiği hiçbir yayın organında yayınlamadı ki saatlerce telefonun açık kaldığı, dolayısıyla kayıt alındığı biliniyor. Bu konu üzerinden hamle yöntemlerini açıklayabilir misiniz?
Liderler üzerinde oynanan açık propaganda teknikleri vardır. Kara propaganda, beyaz propaganda gibi. Mesela Başbakan bir “Yüzde 50” sözü söyledi, şimdi o sözü birileri defalarca söyleyecekler toplumu kutuplaştırma adına. Telehipnoz, telepati gibi yöntemlerin kullanılması, bir insanın tuşlarla etki altına alınması ve onu yönetmek üzerine şu an bilimsel bir kanıt yok. Böyle bir şey yapılabilir de diyemiyoruz. Ama elektromanyetik silahlar var. Elektromanyetik silahlarla bir insanda zaman ve mekân duygusu kaybettirilebilir. Baş ağrısı ve huzursuzluk gibi durumlara sokulabilir kişi. Ama zihin kontrolü tuşlarla yapılabilir diyemeyiz.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun hadisesi ise çok kirli bir olay. Normal bir kaza olmadığı, başlangıcından belli olan bir olay. Yazıcıoğlu, Türkiye’nin o karanlık dönemiyle ilgili -1993’te Türkiye’de gizli bir darbe yaşandı ve terörle mücadele adı altında ciddi bir katliam yapıldı- yüksek bilgilere sahip biriydi. Yiğit ve cesur biri olarak bu olayların üzerine giden biri olduğu için onu bir şekilde bertaraf etme düşünceleri olabilir.
Bunun yanında Hayri Kozakçıoğlu’nun ölümü de tartışılmalıdır. İntihar ettiği yönünde haberler yapıldı, fakat bunun üzerine gidilmelidir. Mesela Kozakçıoğlu, gizli tanıklık yapıyor muydu? Kozakçıoğlu aynı dönemin önemli bir valisi idi ve birçok olayı biliyordu. Ölümünden bir gün önce ev pazarlığı yapmış birinin ertesi gün intihar etmesi çok şüphelidir. Geçmişinde hiçbir psikolojik rahatsızlığı olmayan, buna dair ne tedavi görmüş, ne de bir ilaç almış birinin intiharı çok şüpheli. Adli tıp raporları kesinlikle sorgulanmalı. Karanlık dönemin aydınlanması için, milletin devlete ve hukuka olan sadakat ve güveninin artması için davaların aydınlanması gerekiyor. Vatandaşın “Gerçeği bulmaya çalışan bir adalet sistemi var” demesi, davaların netliğe kavuşması gerekiyor.
Saygıdeğer Hocam, bu güzel söyleşiden ve vermiş olduğunuz bilgilerden ötürü çok teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz.
Okunma : 4577